10 Haziran 2010 Perşembe

UHDUT *

Dışarıda çakan şimşekler akabinde gök gürültüleri ve dinmeyen yağmur.

Bitişik odada F’nin kurduğu çalar saatin sesi durmak bilmiyor, yarı uyanık ama uyanık olmayan adamın beyninde karmakarışık bir durumun hasıl olmasına neden oluyor, eski ve yeni dünyanın meşgalesi yaşlı beyninde gel-gitlere sebebiyet veriyor, gece geç vakitlere kadar okuduklarının etkisi bir yılan oluyor, damarlarında kan yerine dolaşıyordu.

Uyandı.

Günün ilk eylemi için kalkması gerektiğini düşündü.

Doğruldu.

Derken üşüdüğünü düşündü ve ısınmak amacıyla yorgana sarıldı.

F’ye ne kadar “kalk” işmarında bulundu ise de. “Güneşe saatler var.” Düşüncesi onu yeniden mızkandırdı.

Karanlık.

Yağmur kesilmişti.

Samanyolunun geceyarısı başlayan faaliyetlerinde bir azalma var gibiydi. Bir yıldızın yörüngesinden boşanması neticesi oluşan korkunç gürültü ve yerin zaman zaman titremesi artık yerini sessizliğe bıraktı.

Kalktı.

Suyun önüne uzandığında, suyun soğuk olması, su ile savaşımı, onu noksanlığa uğratamadı.

Düşündü.

Düşüncelerine kırk yıl öncesi geldi.

Şimdilerde yaşlı olan babasından öğrendiklerini biz kez daha uyguladı su ile buluştuğunda.

Her bir azalarını noksansız yıkadı.

Biraz daha yatabilirdi.

Yatağını soğumuş buldu.

Yatmakla, ne kazanmış ne kaybetmişti?

Şimdi düşüncelerinde, geç vakitlerde kafasına sığınan bilgilerin savaşımı vardı. UHDUT diye bir sürenin olup olmadığı tartışması başladı içinde. Böyle bir sürenin olmadığı, Uhdut bilgilerinin çokluğundan öyle bir varsayıma kapıldığı düşüncesi her ne kadar ağır bassa da içindeki `olabilir` tezi susmuyordu, tartışma uzuyordu. Bu tartışma, Medine devri surelerinde yakaladığı huzuru yok edecek miydi? Mekke devri surelerinin ayetlerinden sonraya isabet etmesi adamın içini çalkaladı. Karmakarışık düşüncelerinin üzerine bunları çıkardığında Kutsal kitabın UHDUT diye bir suresinin olmadığını, UHDUT diye içine düşenin BURUÇ olduğunu ayrımsadı. Buruç suresinde anlatılan Uhdut halkı…

Ayıktı.

Kalkışı güneşten sonra değildi.

Çözemediği bir konu daha vardı. Gün öncesi okuduklarının arasında çözmek isteyip te çözemediği bir konu. Çözmeli ve açığa çıkarmalı idi. Kafasındaki soruların çarpışması yaşlı beynine eziyet veriyordu.

Meşgul eden konu:

Olay, değirmende mi, yoksa harmanda mı vuku bulmuştu? Olayın vuku buluş yeri o kadar önemli miydi? `Önemsiz` diye de düşündü bir ara. Neden sonra henüz koşabiliyorken babasının verdiği eğitimi hatırladı. Kar üzerinde oynuyordu da, babası ; “ hadi gel, üşüyeceksin” diye çağırmıştı. Babasının amacı düşündüklerini oğlunun taze beynine bir daha unutmamak üzere aktarmaktı. İşte burada söylemişti: "Ataların boşa gitmiş sözü yok," demişti.

Öyle ya, sıpanın yaba yediği yer önemli miydi sanki? Değirmende mi, harmanda mı? Değirmen ve harman olması ne fark eder? “Harmanda yaba yiyen sıpa senesine kadar unutmamış.”

“Hayret!” dedi sonra. “Babamın çocukken beynime yerleştirdiği bu sözü kırk yıl sonra nasıl unutmadım? Koştum koştum da neden kar içine çekmedi beni? Karın bir çocuğu kala almayıp içine alması değil aslolan. İnsanın senelerini alıyor böyle bir olayın muhasebesi.
Çocukken yerleştirilen bir cümle nasıl saklı kalıyor insan beyninde?

*

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder