10 Haziran 2010 Perşembe

MERİ'NİN GÜNLÜĞÜ *

Bu, “ELESTÜ Bİ RABBİKÜM” Emrine cevaben verdiğimiz, “BELA” sözümüzü yerine getirmek için dünyanın yedi harikasını görmek üzere uzaklardan gelen benim ve Ablamın öyküsü.

--------------------

EKİMİN SON HAFTASI, CUMA

Ben Filipinli Ayşe, aylar süren gemi yolculuğundan sonra artık özlediğim mekana geldim.

Kabe.

Bir akşamüzeri, Yemen yönünden esen hafif rüzgara sırtını dayadım.

Yaklaşmakta olan biri dikkatimi çekti. Kısa boylu ama, ya yaşı ne kadar, diye düşündüm.

Orta yaşlı dedim sonra kendi kendime.

Evet, orta yaşlı kadın elindeki bardağı musluğa uzatıyor, dolduruyor ama bardak dudağına ulaşamadan, bardaktaki zemzem dökülüyor.

Kalktım. Bardağı doldurdum ve kadına sundum.

Endonezya`lı kadın beni kendine çekti. Kucakladı ama öpmedi.

Bu olay: Benimle Endonezya`lı kadının arasındaki dayanılmaz ünsiyetin başlangıcı idi.

--------------------------------------------------------------

İkinci gün, tavafa giden arkadaşlarımdan ayrılarak tefekkürü tercih ettim.

Şimdi, Altın oluğun karşısındayım. Seçtiğim tefekkür için Makam-ı İbrahim’i görmeliydim. Bu yönde yer aradım, buldum.

Başımı ağır ağır kaldırdım.

Gözlerim Beyt’in kapısına kadar yükseldi.

“Allah’ım, ben şehadet ederim ki Senden başka ilah yoktur.”

Gözlerim kapalı.

“Yine şehadet ederim ki Muhammet Sen’in kulun ve elçindir.”

Şimdi, kapalı gözlerim beni çağlar öncesine götürüyor:

İsmail Peygamberin koyunları uzun uzun yayıldı. Bu yayılma, genç Elçinin kendilerine öğrettikleri doğrultudaydı. Birisi de Haram sınırlarını aşmadı.

Çocuk, koyunlardan önce anneye doğru koştu.

Cürhüm’lü gelin çocuğunu sevdi.
Gelinin gözleri tepeden inen yaşlı adamın üzerindeydi. Adam yaklaştı.
‘Ne güzel bir ihtiyar, dedi. Hiç te yorguna benzemiyor.’
Gelin güldü.
Gelin niçin güldü?

‘Kızım kocan nerde?’ diyor yaklaşan yaşlı adam.

Gelin ihtiyara imrendi ve güldü.

Ne güzel ihtiyar, diye düşündü yeniden.

‘Kızım kocan nerde?’ diye yineledi ihtiyar.

‘Avda.’

Üzerinde, çalıdan başka nesne olmayan siyah taşlı tepeler, seyrek ağaçların arasına saklanmış, kuş uçmaz ve kervan geçmez yerler. Bu ıssızda ne yaparlardı? İhtiyarın sözleri bu doğrultuda oldu.

‘Ne yersiniz?’
‘Et.’
‘Ne içersiniz?’
‘Su.’
‘Allah eti ve suyu mübarek etsin.’
O çağda Mekke toprağında henüz tahıl yoktu. Olsaydı ve gelin “bir de ekmek yeriz,” deseydi, yaşlı elçi ekmek için de dua ederdi.

‘Kocana selam söyle kapısının eşiğine sahip olsun.’
‘Söylerim. İnip dinlenmez misin?’
Ra’le’nin üstünlüğünü keşfeden yaşlı adam,‘geçmiş yıllardaki gelin ve şimdiki gelin.` diye düşünüyor. Önceki için de eşik kelimesini kullanmıştı. Ama olumsuz. ‘Ama oğlum anladı ve ayrıldı ondan. Ama bu sefer olumlu. Yine anlayacak ve sımsıkı sarılacak güzel gelinim Ra’le’ye.’
‘Geceyi burada geçirmez misin?’ diyor gelin.
‘Hayır,’ diyor, peygamber. İçinde eşinin sözleri gizli. “İsmail’in evinde gecelememek şartıyla…” kopardığı izin.. . Sözüne sadık kalmalı Peygamber. Amcasının kızı ve ilk inananlardan karısı. Onun darılması, gücenmesi yaşlı elçiyi yaralardı. Hem evlenirken verdiği söz de bu doğrultudaydı.
‘Ömür boyu başkasıyla evlenmemek şartıyla.’ demişti evlenirken nişanlısı adama.
‘Ömür boyu başkasıyla evlenmeyeceğim.’ demişti adamla da.
‘Ben istemedikçe,’ demişti nişanlısı.
‘Evet sen istemedikçe.’ demişti kendi de.
Ve akşam oluyor.
‘Kokusunu alıyorum,’ diyor avdan dönen genç elçi.
Ra’le, mutlu.
‘Kimin kokusunu alıyorsun?’ Diyor Rale.
‘Babamın. Babam geldi değil mi?’
‘Yaşlı biri geldi.’
‘Ne söyledi?’
‘Demek eşikten söz etti.’
‘Öyle?’ diyor Cürhüm’lü gelin.
Adam önceki karısını düşündü. Onun için de eşikten söz edilmişti. Ama ‘boşa’ anlamındaydı emir.
Birden irkildi ve kendine geldi.
‘O benim babamdı. Seni sahiplenmemi istemiş.’
Ra’le mutlu.
Ne mutlu Rale’ye.
‘Demek babandı.’

‘Evet. Onun için ne yaptın?’

‘Saçını yıkamayı teklif ettim,’ diyor gelin, ‘atından inmeden ayağını Haram’a dayadı, sağa döndü, ben de sağını yıkadım. Sonra sola döndü, ben, sol tarafını yıkadım.’

Genç kadın neşeli. ‘İşte kanıtı’, diyor ve taşa çıkan ayak izlerini gösteriyor.

---------------

“Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim.”deyip başımı kaldırdım.

Derin tefekkürüm bitmişti.

--------------

İkinci gün yine aynı saatte, aynı yerde oturdum. Saatlerden beri okuduğum mushafı yerine bırakıyorum. Dizlerinin uyuştuğunu hissediyor ve ayaklarımı ileri doğru uzatarak gözlerim yukarılarda, Allah’ın evini seyrediyorum.

Biri tarafından uzatılan zemzemi içmem sonrası, tavrım kandığımı gösteriyor. Endonezya`lı kadın boş bardağı elimden alıyor. “Ellerin ne de sıcak?” diyor.

Kalktım ve kucaklaşıtık.

Bu, ikinci kucaklaşmamızdı ve uzun sürüdü.

----------------

Gelen, nişanlım Ali idi.

Ali, yanıma oturdu.

Bazı gereksiz şeyler konuştu. Olması gerekendi belki, ama burada söylenmesi gereksizdi bence.

‘Davranışlarını anlar gibi değilim,’ diyecekti ki, başımı çevirmeden konuştum.

“Dinle Ali, dedim, seni aramadığım, ya da senden kaçar gibi göründüğüm doğru değil. Bu kutsal mekanda bunlara gerek yok.”

Ali’nin içi rahatlamıştı.

"Nikahlımsın, dedi sonra, en azından günde bir kez selamlayabilirdin mahremini.”

“Gerek yok, demem seni hafife almam anlamı taşımıyor elbet. Birinin gerekliliğini duyumsamak anlamı benden uzaklarda.”

Bunları söylerken - kısa süreli de olsa - Ablasının yokluğu ona dayanılmaz geliyordu.

“Bilmiyorum ömrümde bir daha bu yerleri görebilir miyim. Göremem faraziyesiyle insanlardan kaçmak, dilini dişini bilmediğim insanlar arasına dalarak günümü Ma’budumun hayaliyle geçirmek istiyorum.”

-----------------

ARALIK ORTASI


Öyle de oldu.

Düşündüğüm gibi.

Ablam.

Beni, kaldığı oteline davet etti.

Endonezya`lı kadınlar çevremi sarmıştı. Sonradan öğrendiğime göre merak ediyorlarmış, çünkü günlerce konuşulan konu benmişim. Ablam; “Bir gün size birini getireceğim ki, tam hacılık vasıflarına vakıf” dermiş akşamları.

Diğer odalardan da geldiler. Kadınlar, dokunmadık yerimi bırakmadılar. Bunun 3 nedeni vardı:

• `Hacılık bana da bulaşsın,` düşüncesinde olanlar,

• Benim kutsal biri olduğunu düşünenler,

• Ve kendi uluslarının insanlarından apayrı bir yaratılışta olduğumun düşüncesini içlerinde taşıyanlar.

Onlara göre, hacılık vasıfları taşıyan biri ayaklarına gelmişti.

Biri saçlarımı öperken, biri de küpemi çekiştirdi, diğeri ise başörtümü kendi başına taktı. Öteki ise, ‘burnu neden bizlerin burnu gibi değil, neden gözleri çekik değil’ düşüncesiyle suratımda el değmedik ve öpmedik yerimi bırakmadılar.

Küpem çekiştirilince acı hissettim ki, ‘küpeye hiç de gerek yokmuş.’ diye düşündüm.

Bir birlerine Meri diye hitap etmeleri beni şaşırttı.

Sanki burada herkesin ortak bir adı vardı: Meri.


Gözlerimi iri iri açmış, çevreme şaşkınca bakındığımdan, bende afallama emarelerini gören yaşlı bir kadın gülerek bana doğru yürüdü. Yüzümü avuçlarına aldı ve ‘Meri’ dedi.

Bunun üzerine, hep bir ağızdan MERİ diye haykırdılar.

O günden sonra adım Meri oldu. Meri geldi, Meri gitti.

Artık vatandaşlarımdan çok onların arasında kalıyordum.

------------------

Benim öyle basit yaratıklardan olduğumu düşünenleri şeytan çarpsın.

-----------------

Bir yatsı namazı sonrası.

Vakit epey geçmişti.

Bıraktığım yerde ablamı abdest alıyor buldum.

Zemzemle abdest almak elbet hoş.

“Meri, sen ne mırıldandın,” dedi ablam.

“Zemzemle abdest herkese nasip olmaz,” diye mırıldandığımı söyledim ablama.

-------------------

Kutsal Bir Gece


Bu gün de bu kadar değildi elbet.

İbadetleri burada tamamlamamak gerek diye düşündüm.

Gecenin kalan vaktini de başka çeşit değerlendirelim düşüncesi ile, Ablamla, Mabet’te ayak basmadık yer bırakmadık. İşte, düşüncelerimiz bu doğrultudaydı.

Ablamın yorgunluğunu hissettim.

Safa tepesine oturduk.

Aslında, arayıp ta bulamadığımız yerlerdendi burası.

Önce boynuna sarıldım Ablamın. Küçük ve basık burnunu okşadım.

Bunun üzerine Ablam da simamda öpmedik yer bırakmadı.

Daha yukarılara taşlar üzerine oturduk.

Yorgunluktan mı nedir bilinmez başım döndü ve sonrasını bilmiyorum.

Ablam, kendiliğinden düşen başımı dizine almış. Saçlarımla uğraşmış, beliklerimi çözmüş ve ülkesinin örfüne göre örmüş.

‘Böylesi daha güzel.’ demiş sonra.

Uyanıp kendime geldiğim de Ablamın kucağından kalkmak istedim ama, Ablam kalkmama engel oldu.

Şöyle de düşündüm: Ablam bana, bir annenin dizinde uyuttuğu kızına yaptığı muameleyi yapıyor.

---------------------

Aralıkta bir gün


Bir an, Ablam benden uzaklaştı diye düşündüm.

Hayır, dedim sonra ‘Ablamın benden kaçmak gibi bir düşüncesi olamaz.’

(O, yazgısının emirlerine boyun eğiyor, adımları öleceği yere doğru çekiyor onu.)

Ablam, iki Türk hemşirenin arasındaydı.

Ablam beni ekti, diye düşündüğüme pişman oldum.

“Kainatı ayakta tutan Rabbimden bağışlanma,” dilerim.

Hemşireler, ülkelerindeki çocuklarına oyuncak bakınmak için mağazaya girdiler. Hemşirelerden biri, Ablama elindeki oyuncağı, ‘alayım mı?’ diye göstermiş.

‘Çok güzel bir oyuncak,’ demiş ablam.

Ablam da ülkesindeki oğlunu düşünmüş.

Ben de almalıyım demiş sonra.

Tam bu sırada gürültü.

Otel çöküyor, diye sesler geliyor.

Kaçışmalar sonra. Ama ne hemşireler, ne de Ablam kaçabildi.

Ömürleri buraya kadarmış.

Toprak ve duman yığının içinde kalan ablamı böyle düşündüm: Olacağı bu idi.

Sekiz katlı otelde, sıkıştırılmış insanlar.

Otel, taşıyabileceğinden kat kat fazlasını barındırıyordu.


Ablamı imrenilecek yolculuğuna uğurlarken gözlerim yaşlı idi.

Ve:

‘Ey Rabbimin misafiri, rahat ol ve mezarlığın Cenntül Mualla. Sana ne mutlu!’
dedim.
----------------------

8 Ocak, Pazar

Arafat’ta, 111 nolu mektep yazan çadırlara yerleştirdi görevli.

İleride erkekler, geride kadınlar.

Bir ara Arafat tepesine çıkmayı düşündüm. Ama bu düşünceme katılan olmadığından uygulamanın biteceğini sanmıyorum.

Bu düşüncemi gerçekleştirmeliydim.

İşte bu tepede gördü Babamız Annemizi, diye düşündüm sonra.

Evet. Rahmet Tepesi.

--------------------

9 Ocak Pazartesi


Binlerce sene önce Babamız ile Annemiz cennetten kovulduklarında yeryüzünün ayrı yerlerine indirildiler. Senelerce birbirini aradılar da bu Tepe onları birleştirdi.

Şimdi Arafat’ın en yüksek yerindeyim. Sanki binlerce öncesi geliyor gözlerime. Hafif bir yağmur yağıyor. Anne (Havva) ‘min adımlarını takip eden Babam (Adem) Anneme burada kavuşuyor. Dahası var: Onlar Müjdelife yönüne doğru ilerlediler. Geceyi burada geçirdiler. Biz de onları taklit edeceğiz.


Veda haccı.

O gün de Salı idi. Efendimiz Veda haccında, buranın altında yüz binlere hitap etti.

-----------------

Arafat’ın gezmedik, ayak bastırmadık yerini bırakmadım dersem doğru olmaz. Ama, maneviyatta Arafat’ı ezberledim.

Uzunca süren dualar var artık dudaklarımda.

Cem’i takdim sonrası yapılan Arafat Vakfesi beni düşürmüş. Bayılmışım. Bir hurma kütüğünün düşüşü gibi olmuş düşüşüm.

Sonradan Ali anlatıyor:

Gerilerden sesler geliyordu. Sesler birilerinin düştüğünü beyan eder mahiyetteydi.

‘Düştü,’ demiş hanımların içinden biri.

Ama kimse de vakfeyi bırakacak değil.

Vakfe bırakılır mı?

En kutsal an.

Kutsallık deneniyor.

Artık Vakfe bitmiş, sesler birbirine karışmıştı.

Ayıkıyorum ama oturamıyorum. Karışık sesleri duyuyorum artık. ‘Düşen Meri,’ diyor biri.

Bana sarılıyorlar. Kucaklayıp kaldırıyor genç kadınlar. ‘İşte hacılığı açıkça kabul olan kollarımızda. Öpmeliyiz onu.’

---------------

Arafat’tan Müjdelife’ye yürümeliydim. Uzunca sürecek bu yolculuk. Meşakkatli olması umurunda değildi.

Duamı yolculuğuma başlamadan yapmalıydım:

“ Misafirinim, bana bu uzun gece yolculuğunu kolaylaştır ve hacılığımı mübarek kıl!”

Ve yürüdüm. 9 oto yolun Arafat’ı Müjdelife’ye bağladığını biliyordum. Bunun için yollar sakin olsa gerekti.

Hayır, ilerledikçe binler katlanıyor, sağlı sollu on binler, yüz binler, milyonlar… Yol zaman zaman tıkanıyor, dakikalarca bekleniyordu.

Bir an önce Müjdelife’ye varmak duygusu ile ilerledim. Bu iki dağ arasında gece yolculuğu yapmakta yalnız olmadığımı düşündüm. Yol boyunca Hz. Adem baba ile Havva anne’yi hayelledim. Kendimi öylesine unuttum ki Ali ile yan yana yürüdüğümüzü, Havva annemin adımlarına bastığını farzetim. ‘Sevgili babam ve annem, dedim sonra, nasıl yolculuk yaptınız o çağlarda buralarda? Dağların kurdu ve kuşu ve ıssızlığı…’ diyecek oldum, sonra korunduklarını düşününce vazgeçtim, bu sözün şeytandan olduğunu bildim ve af dileme maksadıyla yine ağladım.

Geçenler guruplar değil, sıklaştırılmış kafilelerdi. Çeşitli ulusların kafileleri flamalarıyla geçiyordu. Ablamın ulusunu aradım. İşte geliyorlardı. Ne de uzun kafile, diye geçirdim içimden. Aralarında ablamı aradım. Derken kendime geldim. Adımlarım ilerledikçe gerçeği anladım. Ayaklarımı yıkayan Ablam yoktu artık. Dizinde uyuduğum Ablam yoktu. Saçımı yıkayıp tarayan, tırnaklarımı kesip, velhasıl süsleyerek beni ihrama hazırlayan Ablam yoktu artık. O, Cennet’ül Mualla’da, Hatice Annenin yanında uyuyor ve kalkışı bekliyor.

--------------------

111. Mektep yazısı beni durdurdu. Müjdelife’ye geldiğimi bildim. Kapıdan içeri girdim. Dilini bildiğim ulusunun insanları arasındaydım artık. Arkadaşlarımı bulmak zor olmadı ama görünmemek düşüncesi ile gerilere giderek, gecenin ikinci yarısında akşam ile yatsının cemi tehirine, arkasından da uzun sürecek vakfeye katıldım.

Vakfe beni yine düşürdü ama bayıltamadı.

Oturdum ve :

Sevdiğim duaları peşpeşe tekrarladım. “Kendisinden başka ilah olmayan Rabb’ımın şanı yücedir.”

“Sabah namazına iki saat var, yatarak dinlenelim.” dedi görevli. Ben, bir taşa yaslanarak tefekkürü tercih ettim.

Mızkandım.

‘Meri kendine gel!’

Uzaklardan gelen bir sesti bu.

Sese cevabım:

‘Kendimdeyim, oldu. İşte buradayım. Verdiğim sözü tuttum. Emrindeyim.’

Ses anlaşılmaz kelimeler kullansa da; ‘Kendimdeyim, buradayım, verdiğim sözü tuttum, emrindeyim.’Kelimelerini tekrarladım durdum.

Uzun bir gün. Bin yıl sürecek bir gün. Sıcak.

Bana, bir bardak su veriliyor. İçiyorum. Yıllarca susamıyorum. ‘Dünyada zemzemimize gittin, içtin!’ deniliyor.

‘İç bu suyu.’

Arafta.

Bir tarafta alabildiğine düzlükte kurulmuş çadırlar, yeşil ağaçlarda kuşlar. Solda kaynayan denizler, köpüren alevler, lav püsküren dağlar, homurdanan zebaniler.

‘Dünyada Arafat’ıma geldin, evime dahil oldun. İşte Cennetim. Sen gözdelerdensin.’ deniliyor bana.

Uyanıyorum.

--------------------

Peygamber Mescidi, Beyt’i Atik, Arafat, Müjdelife, Meşar’i Haram, Mina, Cemaraat ve Süleyman Mescidi.

Dünyadaki sekiz kutsal yerden yedisini gösteren Mabuduma hamd olsun.

----------------

Cemarat göründü.

Mabudum’un İbrahim Peygambere Cebrail aracılığı ile emrettiği taşla ‘yı algıladıktan sonra gerilerden gelen itişme dalgası beni yere attı. (Sonradan öğrendim) Çokları daha yanımda yatıyormuş. İri yarı bir siyah kadın beni omuzlamış. Diğer bir siyah kadın, önceki siyah kadına, “Fatma diye haykırmış.” Fatma kadının kollarındakini (beni ) kucaklamış ve yıkılanlardan uzaklaştırmış.

Farklı dillerin oluşturduğu bağrışmalar, yakarışmalar birbirine karıştım. Kimse bir şey anlamıyormuş.

Nihayet, itişme dalgası durmuş.

“Lanet olsun sana şeytan…” demiş birileri.

“Lanet olsun sana, yıllardan beri canımızı alırsın.” Seslerinden, ölenleri çokluğu anlaşılabiliyormuş.

Dakikalar sonra yetişen ambulanslar, ölülere ve yaralılara yetişmede zorluk çekmişler.

Fatma adındaki siyah kadın, diğerlerine ‘Meri’yi ambulansa taşıyalım’, demiş.

----------

Üç gün geçti.

Yüzünde ezilmeler var. Sonra, ayağımda burkulma ve tüm bedenimde hafif bir sızlama olduğunu duyuyorum.

--------------

Şeytan, say, veda tavafı ve ziyaret.

Vaktinde yapamadığı 3 vecibeye, 1 farza hayıflanıyorum.

Hastane sonrasına, (şeytan kaçmıştı çünkü.) 2 vecibeyi ve farzı yerine getirdim.(Sundum)

-------------

* İşte, “ELESTÜ Bİ RABBİKÜM” Emrine cevaben verdiğim, “BELA” sözümü yerine getirmek üzere dünyanın yedi harikasını görmek üzere uzaklardan gelen benim ve Ablamın öyküsü.
*

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder