13 Ocak 2018 Cumartesi

MERYIL VE ADAMI


Zaman durgun.

(İçimde oynaşan şeytani duygular.

Bunlar fesatlıklar. Kendim yapmasam da fesatlık işte.  

Olağan. Yaptığımı bilmesem de. Yine de  fesatlık işte.

Arzularıma karşı koymayı düşünüyorum ya…

Cılız kaldığımı biliyorum.

Çare yok gibi.

Yüreğimdekini uygulamalıyım.

Düşündüklerim karşısında her şey cılız kalıyor.

Çare yok gibi.)

Evsindeler.

Kekliklerin bol olduğu bir evsin.

Tünekleri kekliklerin.

(O, evsine sahip çıktı. Halil Mustafa, dedi bana, bu evsin benim.
Benim olmalı.

Ne vardı sanki sahiplenecek? Birlikte otursak evsinde. Paylaşmayı bilsek. Birlikte avlansak olmaz mıydı sanki?

Benimle çocuksun. Seninle okula gitmedik mi? Sonra ben fakıdan . elif, be,te, cim okurken,  sen kilisenin avlusunda beni beklemez miydin?Seninle oyun oynamadık mı? Seninle çobanlık yapmadık mı, seninle tarla sulamadık mı?  Ne vardı sanki hiddetlenecek?

Maraş’ta Sütçü İmam vurmuş diyorlar.

Sen de beni mi vuracaktın?

İntikam mı alacaktın?

Önce sen başlattın.Belinden uzun kuşağını çıkardın. Beni boğacak mıydın?)  

Boğuştular. Boğuşma uzun sürdü.

*

Kuşluk sonrası başlayan boğuşma, ikindi sonrası sonuçlandı.
Birinin ölümüyle oldu neticenin alınması. – Ki, birinin ölmesi gerekirdi.- Ermeni genç öldü.

Ölmemesi gerekirdi.

Öldü işte.

Boğuşmada çokça üstte görünen oydu.

Yazgı bu.

“Canlı, dedi Halil Mustafa yerdeki arkadaşına bakarak. Canlı, ölümün bile canlı. Neticenin  böyle olmasını istemezdim. Ama oldu işte,diye ekledi sonra gülümseyerek ama pişmanca.”
Ağaçların dallarında sıkça, tepelerinde seyrekçe, esiklerde yığın yığın kar vardı. Alaz yerler açıktı. Halil Mustafa  terliyordu güneş vurunca alaz yerlerdeki toruklar,  çalılar   kadar.

Terlemesi, ölüye baktığında oluyordu.  

“Seni öldürmek istemezdim. Sen üstteydin. Tüfeğin üstünde. Tüfek ateş aldı. Senin yerine ben ölmek isterdim. Ama öldün işte. Yazgı.

Kalbim duracakmış gibi. Seni sorduklarında ne diyeceğim? Olanları inkar mı edeceğim? Mümkün değil yapamam. Öldün işte. Ölüm senin hakkın değildi.”

*

Hep aradılar onları. Gecenin karanlığına dahil oldular yine aradılar. İdare lambalarıyla aradılar. Güneşin ilk ışıkları gösterdi ölünün yüzünü.

Kaçanı, buladılar günlerce.

Sabahleyin sevdalısı geldiğinde ( Halil Mustafa’nın da komşusuydu genç kız. Oyun arkadaşı. Çocukluk arkadaşı.) sıcaktı. Ölü sımsıcak. Genç kız arkadaşının üzerine kapandı ve saatlerce ağladı.

Ağladı ve gözyaşı dökmedi. Sonra sevdalım dedi. Sevdiğini bildiler. Parmakları ölü  arkadaşının saçlarında dolaştıktan sonra, sözlüsü olduğunu ve ölü olduğunu bildi de gözyaşı döktü.

Aryan, dedi./Ağladı.

*

“Benim geziyor  olmam suçsuz olduğumu kanıtlamaz diye düşündü Halil Mustafa saklandığı mağaranın girişindeki ardıçlardaki kara şavkı vuran ışığa bakarak. Ne diyeceğim komşum olan anne ve babasına? Oğlunuzu yitirdim mi diyeceğim sorduklarında? Ne diyeceğim temiz ruhlu sözlüsüne? Yavuklunu ben mi öldürdüm diyeceğim gözlerime baktığında? Seni bana emanet etti, gitti , son nefesini verirken mi diyeceğim Meryıl’a?”

*
Karşıda üç/beş toprak evi Bekirli’nin. Şahin kayasından boşanan çiğ, git git büyüyor. Sisler içinde görünen Yenicekale evlerinin berisinden yuvarlanıyor.

Kirli duygular yandı ve söndü.

Neden burada idi Meryıl?  Yüreği geniş mi geniş. Önceleri böyle mi idi?  Kilisenin çocuğu olmak, büyümek sonra, genç kızı olmak. Tatmin edici unsurlar mıydı bunlar? Şimdi hayır. Ayran’sız sürecek bir ömrün hiç te gereği yok.

Bir ses duysa ya da biri arkadan seslense, hayalleri bölündüğü için  ona düşman bile kesilirdi.

“Ortalık sakinken, yani evsinlere henüz daha keklikler gelmemişken diye düşündü Halil Mustafa. Yani keklikler henüz tüfek saçmalarıyla tanışma şerefine nail olmamışken, Döngele evlerinde ışıklar yanmamışken, kısacası henüz yıldızlar çıkmamışken,  ayaz geçeceği belli olan gecenin başlangıcında  karlar daha donmamışken yani. Benim kanım dondu damarlarımda, bunu biliyorlar mı?

Ayak seslerinin, ve ya  çam ağacından düşen bir kar topağının, ya da daldan dala atlayan   bir sincabın, ya da arkada çığlık bırakarak kaçan adı bilinmeyen bir kuşun, ya da bir çalıdan diğerine kaçan tavşanın, ve de ötüşerek yavrularını toplayan kuşların bölebildiği bu düşünceleri    neylemeli?

Böyle olmamalıydı.

Korku, pamuk ipliğine bağlı kalamaz.

Alınyazım böyle imiş.”

Kim demiş, diyor içinden bir ses. –Sesin şeytani olduğu yadsınamaz.-Sen bunlara inanacak kadar cahil misin?  

2

Ama kar vardı,
Ama ölüsü sıcaktı, sabah bulduklarında onu. Sımsıcak.
Genç kız üzerine yeniden kapandı. Ağladı, ağladı. Gözünde yaş vardı bu sefer.
Kız onu en iyi bilenlerdendi.
Kız ağladı,  ağladı.     
Kar apaktı.
Dağlar bembeyaz.
Meryıl kara baktı, iz olmuş (yok olmuş, )  Aryan’a baktı sonra.  Görmese de baktı işte.
Aryan’ın mezarını karışık insanlar kazdı. Müslüman ve Hıristiyan. Halil Mustafa uzaklarsan baktı. Uzaklardan. Sonra da mezarı kazanlar içinde olmayı arzuladı. Öldürmek ayrı, mezarını kazmak ayrı.
Karın altından kara toprağı buldular sonra da kürek kürek toprak çıkardılar. Artık Aryan burada yatacaktı. Meryıl, üzüntüsünü bildi ama neye yarar. Kara toprak gibi karardı ama neye yarar. Günlerce yas tutmaya niyetlendi. Ama neye yarar.
Aryın’ın, Meryıl’ın elini avuçlarına alması yoktu artık. Artık ruhunu okşayan birisi yoktu. Meryıl, ellerin ne sıcak parmakların ne canlı, yüzün ne yumuşak ? Tüy olsa da yumuşak yüzün, diyen yoktu artık. Meryıl, kapanan mezara melul melül baktı. Ne kadar da uzunmuş Aryan ?
Tepelerde beyaz örtü.
Donmuş karların üzerinde yürüdü. Zaten donmamış olsa da içine çekecek, batıracak değildi. Aryan’ın acısından bir keklik kadar hafif, bir tavşan kadar iliksiz kalan Meryıl. Karlar batıracak kadar nankör değildi Meryıl’ı .
Biliyorlarmıydı ki kaç zamandır uyuyamıyordu. Acı, uykularının bölünmesine neden oluyordu.
Aryan’ı görmeyeli ne kadar uzun zaman olmuştu. Güneşle birlikte üzerine kapandığı Aryan’ın mezarından ne zaman ayrılmıştı?
Ne kadarda uzunmuşsun sen dedi.

3

*Aryan’ın toprağına, geçen baharı izleyen bu bahar da çiçek dikti Meryıl. Yağmurla yaşam bulan çiçekler, sıcaklarla ölüyorlardı. Ölsünlerdi. Yine dikerdi. Biliyordu ki bahara eklentilerdi çiçekler.    
Mezar ile arasındaki gel-git hızlandı. Rabıta başladı. Ekilenlerin çoğu yeşerdi kar yağdığında bile yeşerdi. Üzerini karlarla örttü. Yine çıktı. Yemyeşildi.
Kış bitti, bahar da bitti. Yaz başladı. Meryıl, avuçlarında su taşıdı çiçeklere. Yaz başlangıcında yağmurun yağması ne güzeldi.
Yağdı işte.
Olay Meryıl’a yıllar önce olmuş gibi geldi. Ama hayır, kendi buradaydı. Birkaç gün önce oldu.
İşte acısı yıllardır sürüyordu. Süren Meryıl’ın acısıydı. Sürmesi gerekiyordu ki, sürüyordu işte.
Sonra normal olanı aradı.
Bulamadı. Yılların uykusuzluğu gözlerini yumuyordu. Ya da beyaz örtüye bürünen  dünyayı görmek istemediğinden yumuyordu zeytin gözlerini.
Gençliğinde bıraktığı gözlerini.
Kalktı.
Yürüyemedi.
Bitkin.
Çöktü.
Siyah elbisesini karların üzerine gelişi güzel yaydı.
Oturdu.
Sanki temmuz’daymış gibi içinin yandığını duydu. Çalının gölgesi ateşini söndüremedi sanki.
İnce tabakalı buzları kırdı. Serinlemek için ayağını suya soktu.
Aksini, tepelerin eteklerini yaladığı gölde gördü. Meryıl, kendini gölde gördü. Sonra adamının  öldüğü yeri ve mezarın getirdi göl gözlerine. Acının  verdiği dayanılmazlık göz yaşlarını kuruttu.
*Ağladı.
Ağladı ama gözyaşı dökmedi.
Mızkandı.
Bir ara silikleşir gibi olduğunu sandığını evsinyeri netleşti.
Ermeni genç doğruldu.
Beyaz örtünün üzerinde ilerledi. Yavaş.
Meryıl’ı gören gözleri ışıldadı.
Yaklaştı.
Gülümsedi,
Dudakları titredi ve mırıldandı.
Uzun kuşağı geriden geliyordu.
Karın üzerine yağmış ince kar, yürümenin zorluğunu adamdan önce kadın duyumsadı. Yer yer topuklarına, yer yer de beline kadar gömülen adam arkadaşına baktı. El salladı. Avurtları açıktı ama sesi çıkmıyordu.
Kadın ona şüpheli bakışlarla baktı. Acaba yanlış mı görüyordu? Başkasının adamı olmasındı. Değildi. Kendi adamıydı.  Nefsine kadar tanıdığı adamdı. Çocukluk arkadaşıydı. Hayat arkadaşı olmadığına, ya da olamadığına hayıflandı bir an. Ama hayır, çocukluk arkadaşı, sevdalısı olmak daha güzeldi.

4

Tepesi görünen ardıcın içinden çıkan tavşan yavrusu yaşlı kadına  (Bu  kadının Meryıl olduğuna kim inanır.) yaklaştı. Sokuldu. Uzun kulaklı yaratık. Kuyruğu ne kadar da beyaz.        
Apak kardan daha da beyaz tavşan eridi karın üzerinde, yaşlı kadının gözlerinde.
Kadın, Aryan’ı hayalledi. Aryan, genç değil de ihtiyardı. İhtiyardı. Karşısında duran. Meryıl, Aryan’ın bu halini çok beğendi. Yıllardır dudağına gelmeyen gülümseme bile gelmişti.

(Köse Mehmet’in Hacı olduğu yıla tekabül eden bu olay, yine yıllar sonra – kırk yıl sonra – değirmene yükle gidip boş dönen Hacı Mehmet’in – yani babamın babası,  yani benim dedem, yani Köse Mehmet) saçı ağarmış kadının önünde durması ve eşeğinin yaşlı kadının yüzünü yalaması, kadını mızkandığı dünyasından kaldırdı.

Öyle diyor köse Mehmet: “senin yaşadığını sandığın, senin de içinde, en önemli kahramanlarından bir olup, olayda rol aldığın öykü, içinde bulunduğumuz zamandan yıllarca önceydi. Yine kıştı, bu vakitlerdi ama bundan kırk yıl önceydi. Benim hacdan geldiğim seneydi. Ben hacda iken vuku buluyordu olay. Sen kırk yıl öncesini yaşıyorsun. Değişen, ağaçların azlığı, tabiat ananın barındırdığı hayvanların eksikliği ”.

Ve köse Mehmet ekledi: söylermisin, bana kilisenin kadını dedi. Bu civarda benden önce o kutsal yerlere ayak basan oldu mu? Bunu sana soruyorum. Sen bizden ayrısın sandıklarından soruyorum sana. Söyle bana yaşlı kadın, kilisenin hakkı için söyle ! Meryem ananın ruhu için söyle !

Ama gerçekleri söyle !

İsa Efendimizin ineceği için söyle (O inecek, bir miktar dünyayı yönetecek. Tanrının hükmü ile yönetecek. Müslümanların inancıyla yönetecek. İnsanlar özgür ve mutlu olacak).

Bu civarda benden önce, o topraklara ayak basan oldu mu?

Yüz süren oldu mu?

Bilmez miyim Uhut’un bizi bildiğini ?

Bedir’in Kuyu’sundan su içtim ben.

Sen dinine düşkünsün diye, sen kilisenin kadınısın  diye sordum bunları.

Bire kadın sen kırk yıl öncesini yaşıyorsun.

Sen kırk yıl öncesini yaşıyorsun.

İşte kanıtı: heybesinden kırk yıl öncesinin üzümünü çıkardı. Salkımın başlangıcındaki yeşil asma yaprağı. Ne siyah, ne kırmızı habbeler. Yaşlı kadının gözleri gibi zeytin.

Sonra üzüm salkımını karın üzerine fırlattı. Taneler kara gömüldü ama yeşil yaprağı karın üstünde kaldı.

Yaşlı kadın karşısındaki alımlı ihtiyara tebessümle baktı. (Kadın, en son genç kızlığında bırakıp, unuttuğunu sandığı gülümsemelerini çıkardı. Ve bunlarla baktı Köse Mehmet’e) . ihtiyarın sözlerini tekrar etti. Aynısını bir bir söyledi Köse Mehmet’e.
Sonra, zamana bağımlı olarak yaşamanın anlamsızlığını düşündü. Yüreğine gölden yükselen buhar çökmüş gibiydi. Eşeğinin önünde yürüyor sandığı ihtiyarın binili olduğunu görünce, düşündüklerinin boğazına düğümlendiğini sandı.

Acısına kaynaklık eden karşı yamaçlara bakmadan önce özgürleşti.

Anlamadığı, anlam veremediği bir olay oldu. Durduk yerde Köse Mehmet eşeğinden düştü. İhtiyar, bir kartopu gibi yumuşak karların üzerinde yuvarlandı.

Köse Mehmet, bir kartopu olup üzerine üzerine geliyordu. Oysa, bir kilise avlusu kadar yuvarlanıp, tepenin yarığından düştüğünü görmüştü. Ama yukarılardan geliyordu. Yine üzerine üzerine geliyordu. Tepe ters çevrilmişti, ihtiyar beyaz pamukların arasında gülüyordu. Bir yerlerinin acımadığını sandı. Bir yerinin acımadığını sandığı ihtiyara yeniden baktı da gözleri nemlendi. Boğazı düğümlendi. Ve Köse Mehmet o günden sonra iki büklüm, kambur oldu.

***
Köse Mehmet yaşlı kadına baktı. Acımadı : “Senin içinde bulunduğunu sanığın olay zamanımızdan kırk yıl önceydi. Sen kırk bahar kırk yaz ve kırk kış geçirdin. Olanlardan habersiz.” Dedi.

1997/Kış  

Öykü: Anlatımını sağlayan
 ve manevi destek veren babam


hoca Ahmet’e ithaf olunur.

15 Temmuz 2012 Pazar

HAZİNE


Yüzlerce sene dile kolay bayım,  dedi  adam,  nasıl oluyor da bunca sene çürümeden kalabiliyor ceset.
Adamda bir gariplik vardı.
Tuhaflık.
İnanmıyor  gibiydi  bu olaya.
Belki de inanıyordu ama tuhaftı işte.
Daha genç olanın da teslimiyet fazlaydı.
Hayır dedi o.
Bunca diye terakki edilen senenin önemi yoktu onun için.
Yutkundu.
Öteki  elini ağzına götürdü ısırır gibi yaptı parmaklarını.
Sen de taşıdın cenazeyi ağrıdı işte.
Yalnıza cenazeyi taşıdım ama, dedi adam.
Ne demek yani, dedi olanı inkar mı ediyorsun ağırlığı…
Hayır dedi inkar etmiyorum ama tabutta ne olduğunu bilmiyor insan.
Dedim ya sana    ne yani bana inanmıyor musun?
Böyle anlar başkadır dostum dedi adam, bir baskı olabilir boş tabut ceset varmış gibi   psikolojik bir durum sonra normalden ağırdı.
Olacak tabi dedi, genç olanı.
Olacak, olağandır  diye ben söze girdim.
O zamanın  insanı günümüz insanından farklıydı elbet uzun boylu ve cüsseliydi.
Sen görmedin ama, dedi yaşlı olanı,  bana müdahale etmek istedi. Ssözlerimin kafasını karıştırdığı  belli. 
Belli, dedim bunlar ecdamızın  hazineleridir.
Bize sunulan mücize ve hazinedir dedi genç olanı, doğanın bize sunduğu hazinedir sendeki kuşkunun kalkması biraz zor.
Nasıl oldu dedim ben, öğrenmek için.
Yıllardan beridir oradan geçerken farklı şeyler gelirdi aklıma dedi genç olanı, köylüler kutsal bilirdi burasını, kanıtı kimi gecelerde yeşilimsi bir ışığın orasının üzerinde kalburlanması sonradan toprakta kaybolması.
Kaybolması.
Nur derlerdi buna.
Yine nur indi dereye.
Bilinen yatırlar tepelerde olur, yükseklerde olur, nur oraya iner
Çocukluğumda beri.
Nurun her inmesinde koştum.
Çocuktum.
Annem yakaladı. 
Merak.
Göreceğim anne dedim.
O göndermedi.
Çekiştirdi.
Gidemezsin dedi.
Giderim dedim ben, günah olursun diye beni korkuttu.
Bir defasında oradayken indi nur.
Metrelerce yakındım ona.
Otuz metre yirmi metre belki daha yakın.
Bir kızıllıktır kapladı her tarafı.
Hayır kızıllık yalnız o mevkideydi. Sonra,  yağmur serpiştirdi.
Durdu yağmur.
Ortalığa bir sekinettir çöktü sonra.
Huzur.
Yaz akşamının bunaltıcı havası değildi, bir sonbahar akşamıdır yaşandı zamanda.
Bir gürültü.
Uzaklara şiddetli yağmur.
Şimşek parlaması ve arkasından kulakları sağır eden gök  gürlemsi.
Gözlerim havada, yıldırım yanımdaki çınara düştü.
Parçalanan çınar ve un ufak olduğunu sandığım kaya.
Hala gözlerim yükseklerde, kurşuni bulutlarda çocuksu yüreğim.
Bir ışıktır inmekte.
Önce, kırmızı,  mavi ve sarı,  sonra ebem kuşağının tüm renkleri.
Yeşilleşen halka, derede toprağın bir iki metre üzerinde bin an eğleniyor, kalburlaşıyor sonra kayboluyor.
Bakamıyorum.
Bilmiyorum toprağa giriyor,  bilmiyorum birilerine selam vererek kayboluyor.
Sonradan daha iyi anladım: Yatıra iyi dileklerini bildirdi,  muhabbetni sundu birilerinin ve ayrıldı.
Her ne olursa olsun amaç aynı. Aynı amaç çevresinde  birleşiyor -  eğer farklılık mevcutsa -.
Anneme hak verir gibi oldum,  yasaklanan elmadan yemiş gibi hissettim kendimi.
Korkulu geceler başladı.
Az süren gecelerdi bunlar.
Birkaç ay sürdü kabus.
Benim için hep kutsal oldu orası.
Diğer çocuklara da anlattım.
Çocuklar inandılar.
Kutsaldı orası.
Kutsal dere.
Kutsal çocuklar.
Çevresinde birkaç odacıktan oluşan minyatür  görünümü veren kale çukurun.
Yüzyıllar sonra yapıldığı belli inanan bir  dostum, bana öyle bakma! Bunları ben uydurmuyorum, rivayet böyle, evet rivayet gerçek olmayabilir    ama bunun kanıtı var.
İmzalı mühürlü bir  delil sanki, diye araya girdim. 
Genç adam beni onaylarcasına tebessüm etti.
Evet diye sürdürdü.
Aradan günler haftalar aylar ve yıllar çekildi. Bahar geldi, yaz oldu. Çocukluğumun masum yüreğine eş,  kutsal bildim burayı geceleri, çevresinden geçtim,  gökten yıldızlar boşandılar da karanlığı  gündüz yaptılar,  içimde bir koku yoktu artık, korkuyu bilmez olmuştum. Endişeyi de… kalecikte yatmak arzusu  düğümlendi bende. Akşamdan yumulan gözlerimde zaman bitiyor,  yüreğim yanlış bir çağda dünyaya geldiğim için yanıyordu:
Ben toprağa koştum önce. Cebime bir avuç toprak verdi devir.
Yüz yllar öncesi.
Çağlardan önceydi.
Seyir dünyamın arasında kalan ilk çağın ortası. Mekan ve zamanın ortası yani. O’nun öğretilerini yadsıdılar kimi insanlar.
Binlercesi ile savaştım, yendim, binlercesi de yerde yatıyorlardı.
Onun kumandanıydım ben dedi yatır (sanıldığı gibi mezarım taşlarla çevrili tümseğin altında değil senin uyuduğun yerin altında.
Onun eşiğini bekledim,  Ökkaşe’yle beraber geldim.
Hep benden önde oldu Ökkaşe.
Beni yalnız bırakmadı Ökkaşe,  gariplik çekmedim. Hiç bırakmadı. Ölmedi o. Mezarı tepede. Yüksekten bana bakıyor. Şehit oldu benden aylar önce.
Tepede yatıyor o.
Seni güneş yakmasın dedi Efendim.
Ökkaşe’yle git, dedi  Efendim.
Savaştım, bunalmıştım.
Arkadaşlarım kurtuldular hep.
Kavuştular.
Ölmediler onlar.
Sıkıştım.
Yalnızdım.
Beni çevreleyen binlerce atlı ve mızraklı.
Kussa’nın çöktüğü yerden aldığım bir  avuç toprak geldi aklıma. Toprak.  Zemzem ve mataramdaki su.
Serptim.
Bir sekinettir çöktü ortalığa.
Yüreğimde huzur alabildiğine.
Hafif bir yağmur yaz ortasında.
Huzur alabildiğine.
Düşman ayakta.
Zamanı geldi  denildi bana.
Zamanı deldim, aralarından geçtim.
Ölüm tarla tarla oldu onlar için.
Gün doğarken denildi bana.
Abdest aldım.
Duam kabul oldu.

Kurtarmalıydın onu, o çukurdan
(yakında su basacak, su çukuru dediler : baraj /amenna . önce mezarı düşünmek….)
Arkadaşının görebileceği  başka bir tepeye, o güzel tepeye, bahçeli tepeye çeşmenin başına nakletmeliydim mezarı.
Dört metre kazmıştık üçümüz öyleki attığımız toprak  düşüyordu bir arpa boyu ilerleyebiliyorduk. Artık sert cisimler çıkıyordu devrin çimentosu, kirecimsi şeyler ben söylemiştim size dedim arkadaşlarıma ne ziynet nede altın var yalnızca içi toprak dolu küp. Mezar burada değil.
Sıcak bir gece.
Yağmur döküldü başımıza.
Kazmayı bıraktık.
Düşüncelerime Kussa’yı getirdim  gözlerimi kullandım:
Kussa’nın ayağının bastığı yerden bir avuç toprak aldım,  O, oradaydı, arkadaşları ordaydı. Ashab,  Ökkaşe oradaydı:  Bir de genç vardı içlerinde. İşte kendine ulaşmayı görev bildiğimiz dostumuz.  Toprağı serptim sağa sola. Yumuşak bir toprak,  kumvari bir toprak,  ince kızılı bol ve küpte çıkana benzeyen bir toprak.
Yağmur iğri iğri  indi üstümüze.
Yağmur sağnak sağnak düştü. Sert toprağa deldi geçti happeler.
Kara gök gürlemedi, şimşek çakmadı.
Bir yıldız boşandı ipinden. Şimdi gökyüzü bir beyazlıktır bürüdü. Yağmur indiren kurşuni bulutlar kızıla boyandı.
Yağmur dindi. 
İçimizde başladı yağmur sağnak sağnak
Gökten dökülen ışık uzadı uzadı ağır ağır indi
Huzur.
Halka, başımızda eğlendi sallandı usul usul,  halka; çocukken yattığım çukurda. Şimdi bir karış boyu üstünde toprağın. Bir santim üzerinde, bir arpa boyu üzerinde. Hayır toprakla arada bir çizgi mevcut,  bize uzanan bir çizgi,  bu mezarı buradan çıkarın,  su altında kalmasın, der gibi çizgi. Bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm renkleri taşıyor halka. Halkanın renkleri bir koğuğa dolan rüzgar gibi girdi toprağa.
İşte burası kazılmalıydı. Şehit başını kıbleden ayırmaz.  Işığın indiği yerde sıcaklık var, şehidin başı burada ve kuzeye doğru iki buçuk metre gerek mezar. 
Toprak çok yumuşaktı. 
Huzur alabildiğine.
Metrelerce kazı, çok hızlı atılan toprak tekrar düşmüyor,  bize yardım eden var gibi.
Beşinci metredeyiz,  şafağın kızıldığı belirdi  güneyden. Bbaşlayalı çok az oldu; bir saat.
Beklediğimiz gibi;  birkaç avuç kemik parçası  var yok.
Kazma kayaya çarpmış gibi,  bir tın sesi ile bize dönüyor. Kazma onun ölümsüz bedenine işlemiyor.
Çukurda  huzur var şimdi,  eşilen çukurda.
Birkaç damla yaş geldi gözlerimden, yamalı ama dün yıkamış gibi temiz elbisesini görünce üzerinde şehidin.
Işımamıştı henüz.
Boylu boyunca yanına uzandım.  El yordamıyla dokundum ona. Ne bir endişe, ne de korku vardı bende. Kolları tam,  ayakları tam,  her bir organı yerli yerinde,  sanki  canlı.  Avuçları açık,  dua ediyor gibi.
Mendilimi yüzüne gerdim, üzerine de çadırımızı
Işıyordu artık.
Avuçlarıma bir  kaç damla  kan döküldü cesetten.  Parmaklarıma da sıcaklık. Kkoltuğunda mataraya bezer  deri,  içinde de  su.  İçtim;  su bozulmamış
Yılların suyu.
Su ve kan.
En cüsseli insanımızdan daha cüsseli.
Nasıl çıkardık o beş metreden bilmiyorum.  Sanki,  kendisi de bize yardım etti.  Şehit bize yardım etti.  Başkaları da.
Henüz dün ölmüş gibi.
Hayır uyanmak üzere dün uyumuş gibi.
Evet böyle,  manevi  bir nedene dayanan açıklamadan  uzak.  Yüzyıllardan gelen bir açıklama kafayla düşünüldüğünde,  gözle bakıldığında, olağandışı gibi gelen bin şey.
Ap-ak duran elbisesi kar gibi.
Elbise cesetten ayrı duruyor sanki. Şehit ne de  uzunmuş.
Artık kazma toprağa işlemiyor,  kürek toprak çekmiyor,  mezar dar gibi. Ayakta,  Ökkaşe bize bakıyor;  yanıma getirin şehidin diyor Ökkaşe. Bütün bu olanların bir açıklaması var gibi.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

KATYA VE HAYDAR *



1.

Yine öyle oldu. 
Bayan Katya dolu dolu baktı Haydar’a, bu bakışta sitem var gibiydi.
Sitem yüklü bakışlar. 
Ama bu gibi bakışların Haydar’ı fazla etkileyeceğini sanmıyorum. Böyle bakacağına ona bir sigara verseydi ya da bir simit alsa verseydi Haydar için daha iyi olurdu, onun kazanılmaya müsait çocukça yüreğini elde ederdi. Her şey biterdi artık sanki her şeyin sonu gelirdi.
Keşfederdi onu. Haydar gel dese,  gelirdi Haydar. Haydar git, dese,  giderdi Haydar. İstese su verirdi,  evrak getirir götürürdü. Velhasıl hizmetlinin yetersiz  olduğu şu günlerde rahatlıkla kullanabilirdi onu. (Bu düşüncelerin yanlış olduğu söylenemez. O gün, onu bir kenara çektiğimde hemen cebini açtı Haydar.) Yukarıda, bu gibi bakışların Haydar’ın ilgi alanının dışında kalacağını ima ettimse de Haydar’ı bakışlarıyla ürküttü Katya. Sarı saçlarını bir baş hareketiyle geriye topladı ve Haydar’ı olgun bir erkek farzederek süzdü. İşte Katya böyle yaptı, böyle düşündü.
Kısa bir an.
Çok şey geldi geçti kafasından.
Yıllar öncesinin T. sine benzetti onu.
Nasıl oldu bilmiyorum ama oldu işte.
Katya,  Haydar’ı soydu, ona bir güzel banyo hazırladı. Eliyle ovaladı, sabunladı onu. Şimdi Haydar karşısında tertemizdi. Tıraş bile olmuş, takım elbisesini giymişti. Kayta’nın aldığı elbisesini, elbiseye uygun  gömleği,  gömleğine uygun kravatı,  geniş omuzları ve bu omuzları taşıyabilecek iri gövdesi, normalin üstünde bir yüze sahipliği….
(T. benim öğrencilimi biliyor, ben de onun. Çimler ve bank.)

Düşüncelerine yine de nemli çimler düğümlendi. Unutmaya çalıştı.
Katya,   Haydar’ı soyma işini soyut yaptı .
Gözleri ile yaptı.
Haydar’ın kalın dudaklı ağzı ve çok azı ağarmış saçı..
Katya’ya abla dedi Haydar. 
Abla
Haydar, suçuna biliyordu. Haydar’ın suçu Katya için ağır bir suç sayılmazdı. Haydar’ın arkasından lanetler savuracak kadar değildi en azından, ikinci kez aynı suçu işlemese rahatlıkla affedebilirdi Katya onu. Katya böyle düşündü:  ‘Seni rahatlıkla affedebilirdim Haydar.  Aynı suçu yinelemen düşüncelerime engel ama.’
Haydar’ın bu sözleri anladığı kesindi. ‘Bir daha olmaz’  gibisinden başını sallaması, anladığının kanıtı idi.
Zamanla, Katya onu bir heykel  gibi gördü.
Mermerden yapılmış bir heykel.
Ortaçağdan kalma bir heykel.
Bizans heykeli.
Katya, heykeli kaldırdı.
Katya, Haydar’ı unuttu.
Katya (çocukluk arkadaşı) T. nin heykeli düşündü.
Katya T. nin hayalini getirdi gözü önüne. T. benim öğrenciliğim biliyor.
Ben de onun. İçindeki yekinmenin varlığını duydu. T. İle ikinci defa gözgöze gelmeleriydi bu. Düşüncelerine yine de nemli çimler düğümlendi. (Katya,  gözkapakları gerisinde canlanan ve bir an önce hitamını istediği, T. nin heykelinden sıyrılarak  ruhlanmasını arzuladı.)  Hiç te öyle olmadı: Katya, kendine  ne sigara ne de para verdi.
Katya ona nasihat ta edecek değildi.
Biliyordu Haydar’ın bulara ihtiyaca yoktu. Yoktu çünkü verilen nasihatı az sonra unutacak  ya da unutuyor sansınlar diye renkten renge girecekti. Ya da bilmediğini  yapacaktı.
Olmadık işleri bir çırpıda oldurabiliyordu.
Yapıcı değil, yıkıcı.

2.

Yürüdü.
Mevsimin sıcaklığı ona vız geldi. Duymuyordu bile. Ne sıcak güneşi hissetti, ne de nemli  havayı.
Her bir yeri ter içindeydi. Göbeğine kadar terledi. Başkası olsaydı bu anın biran önce bitmesini isterdi. O değil. Bu gibi şeyler bitmesin istiyordu.
O gün en yakın akrabası ölmüştü. Başkalarının acısını paylaşmak gibi bir kaygı taşımadığından, ölenin oğlu ile karşılaşmış selam dahi vermemişti.
İkinci gün, ölenin  evine gitti. Evde bir şeyler mırıldandı.  Acısını  gösterir mahiyette gözlerinden bir iki damla yaş akıttı.
Önceleri, yaşadığı sokakların oluşturduğu mahallesinden ibaret biliyordu dünyayı.
Yeni yeni mahalleler keşfetti kentte.  Öyle olunca dünya büyüyordu.
Bir iken iki mahalle olmuştu dünya.  Belli ki, aylar sonra üç, yılar sonra da  çok mahalle olacaktı dünya.
Onu kırlara götürdüler, pikniklere götürdüler, çay ve pasta  ikram ettiler ama pastayı tercih etti.
Mevsimler döndü sıcaklar azaldı.
İlk yaprak düştü yola.
Sarıydı ilk yaprak.
Değildi. Sarıya çalan bir rengi vardı ama sarı değildi.
Haydar’ın omzuna düştü ilk yaprak. Haydar, yaprağı aldı, evirdi, çevirdi. Bir parça koparttı. Ağzına aldı, çiğnedi. Tükürmedi bile. Yarısı elinde, polikinliklere doğru ilerledi. 
Katya gelmemişti henüz.
Katya’nın masasını temizledi.  Defterini , kitaplarını sildi.
Şimdiye kadar duymadığı, bilmediği bir şeydi aklına gelen. 
Neden düşünememişti önceleri.
Okula gitmeliydi.
Katya’nın doktor olması  onu cür’etlendirdi. Bir kadından doktor olabiliyorsa, erkekler için daha kolaydı doktor olmak.
Katya gelmeden bir şeyler yapmalıydı. Katya’nın beyaz önlüğünü giymeli,  o aleti de boynuna takmalı, o şekilde Katya’yı beklemeliydi.  Kimbilir, böylece  ne güzel doktor olurdu. Dolaptan önlüğü çıkardı. Uzun boylu Katya’nın uzun önlüğü tam geldi. Ama biraz dar. Olsun. İyi geldi işte.
Ne güzeldi.
Ne güzel. En çok ta cebinin kırmızı işlemesi hoşuna gitti. Zaten  suçu da burada gizliydi Haydar’ın. Şöyle bir elini üzerinde  gezdirdi ve yazıyı okşadı. Armut yerken ki hazzı duydu şimdi. Hoşuna gitmişti.
Suçu burada gizli. Hoşuna gitti diye bu hareketi yapmıştı. Yani gömlek Katya’nın sırtında iken yapmıştı bu hareketi.  Yani doktorunun cebi üzerinde gezdirmişti elini Haydar. Katya’nın uyarılarına rağmen Haydar ikinci defa yapmıştı bunu. Böyle yapınca armut yerken ki hazzı duyuyor, ya da portakal yerken ki….
O aleti bir türlü bulamıyordu.
Hani katya’nın boynuna taktığı aleti.
Her bir yeri aradı.
Çekmecede buldu.
Kulaklarına taktı ve kendi karnını açtı.  Daha önce duymadığı gürültüler… Kulakları acayip seslerle doldu.
Katya gelmeden muayene işini bitirmeliydi.
Nafile.
Katya kapıda kalakaldı. Şaşırdı.
Hiç te şaşmamalıydı, heran beklemeliydi böyle bir olayı.
Döndü.
Ne Haydar Katya’yı gördü, ne de Katya içeri girdi.
http://aknsitesi.blogspot.com/2012/07/katya-ve-haydar.html

10 Haziran 2010 Perşembe

VACİBİLER *

İşte kadın, öyle diyordu:

“Vacibiler…”

Kadın, bu sözü ve fazlasını, okulun çocukları için söylüyordu. Bu sözü duyan birinin kadına tepki göstermemesi imkansızdı.

İlkin ben de böyle düşündüm. Kadının sözleri kulağıma gelir gelmez ‘şok’ oldum. Döndüm, kadına baktım. Kadının açıklamasından sonra kim olsa kadına hak verirdi.

Mahallenin ortasında bir okul. Okulun çocukları dışarı taşmasınlar diye, çevresi tel örgü ile çevrilmiş. Tel örgüde parçalanmadık yer kalmamış.

Öyle demişti biri: “Bizler varoşlardan geldik. 60 m. kare ahırlardan sonra, gözümüzü 160 metre kare evlerde açmamız şımarmamıza neden oldu.”

Bu sözleri söyleyen saygın biriydi.
Kadının tepki göstermesi, çocukların sokaklarda park eden arabaları ve kendini taşlaması içindi.
*
*
*




*

RESİMLERİ *

Yusuf onu okula yazdırma bahanesiyle resmini çektirmek için fotoğrafçıya götürmüş.

Fotoğrafçı resmi nerede kullanacaksınız, diye sormuş.

Okula kaydettireceğim, demiş Yusuf.

Adamcağız eline kel başına dayayarak düşünmüş. Acaba yanlış mı? duydum, varsayımı ile yeniden sormak istemiş. İstemiş istemesine de cesaret edip soramamış. Sonunda ayıp olur, düşüncesinden sıyrılan adam:

Resimleri nerede kullanacaksınız bayım?, demiş ikinci kez.

Kayıtta kullanacağız, demiş Yusuf yeniden.

Ne okulu acaba, bu kelli felli adam okula kaydettirilir miymiş? diye üşünmüş.

Fotoğrafçı, böyle düşünmüş.

Daha başka şeylerde düşündüğü işlerini karman çorman ettiğinden belli imiş.

Kafası bu gibi şeylerle dolu olan adam karşısındakinin resmini çekmede zorlanmış.

Okulun yalancıktan mı, sahiden mi olduğunu çözemeyen fotoğrafçı, düzen verme bahanesiyle defalarca modelimizin yanına gelmiş gitmiş.

Ama fotoğrafını henüz çekememiş.

Tam çekecekken bu kez de model sorun çıkarmış.

Kalkmış. Resim çektirmek istememiş. Fotoğrafçı, modelin bu huysuzluğunu gecikmeye bağlamış.

Zorla da olsa model, Yusuf tarafından ikna edilerek objektifin karşısına oturtulmuş.

Resim çekilmiş ama, Yusuf resimleri beğenmemiş; bu resimler okula verilmez demiş modele.

İkincide de model beğenmemiş.


*

Fotoğrafçı, hem Yusuf’u, hem de modeli çok beğenmiş. Konuştuklarında tanıdık çıkmış modelle.

Üçüncü defa resimleri isteyerek çekmiş ve çok güzel çıkarmış.

Yusuf, resimleri, modele göstererek; çok güzel oldu Doğan demiş, seninle tanış çıktığından yani senin akraban olduğundan güzel çıkarmış, demiş.

(Resimleri ben de gördüm: Yusuf’un olayı anlatmasından sonra, hemen sonra, - desadüf ya- Doğan çıka geldi.

Ona yumuşakça yaklaşmam gerekiyordu. Böyle düşündüm ve kafamdakini uyguladım: Doğan, dedim gülümseyerek, ama nazikçe, ama onu huylandırmadan. Bana doğru yaklaştı. Mırıldandı. Mırıldanmasını, benden bir şeyler isteyecek olmasına bağladım. Çantamı işaret etti. Sigara verdim. Şimdi, çanta açtırma sırası bende idi. Açılan çantadan bir tomar para çıkardı. Saydım. Değeri çok olmayan bu madeni paraları tümledim.

Doğan’ın bu gibi hareketi her zaman beni mutlu eder. Çünkü yalnız bana güvenir ve kendine göre değeri fazla olan çantasını bana bırakır.

Aslında çantada aradığım daha başka şeydi: Resimler.

Resimler nerde Doğan?, dedim. Eline geçeni bıraktığı eşyaların karışık, düzensizce yer aldığı çantanın gizli bir yerindeki fermuarı açarak resimleri gösterdi.)

Yusuf’un anlattıklarına bakılırsa, fotoğrafçı, kadirşinas bir adammış. Herbir şeyi dobra doburmuş. Doğan’dan para almamış.

Nasıl ki, okula yazdırma sahiden değilse, adamın akrabayım demesi de yalancıktanmış.

Merak ettiğim konuyu bir gün Yusuf’a sormalıydım. Sordum da: Yusuf, dedim, Doğan adama küfretti mi?

Ben de ondan korkuyordum. Ama, hayır. Korktuğum olmadı; küfretme şöyle dursun, akrabası sandığı bu adamı çok sevdi.

*

UYUZ PINARI *

Rüyamda Uyuzpınarı`nı görüyorum.

Uyuzpınarı`nda bir yatırın varlığı bilinir ve halk buraya akın eder.

Çınarlı camii değil de daha aşağılarda bir cami var hani. İşte oraya yakın bir yerde, hem de çok yakın bir yerde içinden su akan ama kapalı, akan su dışarıdan görülmeyen bir yer. Şimdilerde halka kapalı. Geçmiş yıllarda içine girmiş ve gezmiştim. Öyle geniş bir yer değil. Belli halkın saldırısından muzdarip olan belediye burayı koruma amaçlı, kapatmıştır.

Camideyiz.

Rüya bu ya!

Buraya girmemiz gerekiyor. Medrese olarak kullanıldığını ve bazı çocukların öğretim gördükleri duyumunu aldığımızdan buraya girmemiz gerekiyor. Ve çocukların ders alış şekillerine müşahede etmek için buraya girmeliyiz.

Ayakkabıları çıkarıyoruz.

Hafif bir yağmur sonrası hava açık. Yağmur sekinet getirmiş. İnce uzun bir yoldan yürüyerek Pınara (medreseye ) dahil olacağız. Yer yer çamur var. Çamurlar, çoraplarımıza yapışıyor.

Üzeri kapalı mabedin içine giriyoruz. Mabet geniş. Öyle, dıştan göründüğü gibi değilmiş, genişmiş diye düşünüyorum. Bir tarafta insanlar, diğer tarafta derslerine çalışan çocuklar. Ortada kimi çocuklarla bire bir ilgilenen bir tanıdığım var: Muammer. Muammer, bana bir çocuğu işaret ediyor. Çocuk arkadaşlarıyla oyunda. Sürekli kendine baktığımızı fark eden çocuk suçlanıyor. Suçlanması, dersi bırakmış, oyuna dalmış olmasındandır.


*

BİR YAZARLA *

27 Mayıs 2007

İlginç bir olaydı bu gün yaşadıklarım.

Yazar Hasan Kocamanoğlu ile tanışıyorum.

Üç adam oturuyorlardı. Şükrü ve Mehmet. 3. Kişiyi gördüğümde, içime doğdu. İlk aklıma gelen Hasan oldu. Çünkü onun buralarda olacağını duymuştum. Yanlarına vardığımda, Şükrü’nün, ‘Ali Kemal abi,’ diye hitap etmesi her şeyi değiştirdi. Hasan, bana doğru yaklaştı. Daha kendi söze başlamadan; ‘Merhaba Hasan’ deyiverdim. Neden böyle dedim. Onun Hasan olduğuna nasıl inandırdım kendimi? Bu bir ilginç olay değil mi? Şükrü, kalan kısmını tanıttı.

Çevreye baktım.

Senelerce aynı apartmanda oturmuşuz. Ama ayrı bloklarda olmamız tanışmamıza engel oldu sanırım.

Şimdi başka bir apartmanında kalıyormuş Sitenin. Camdan bakıyorum da, önümde eni az olan (ama uzun ) bir yeşil alan ve arkasında bir apartman var. O apartmanın yanında okul, ilerisinde yol, başka bir apartman ve karşısında da Hasan’ın apartmanı. Eskiler bir yeri tarif ederlerken, ‘bir’ ya da ‘iki ok atımı uzaklıkta’ derlermiş. Ben de bir ok atımı uzaklıkta diyeceğim.
*