10 Haziran 2010 Perşembe

KATİLLERDENDİ *

Kafasında bir sürü düşünceler vardı. Elvanı çeşit düşüncelerdi bunlar. Her bir düşünceyi önce dizginlemeli, sonra sayısını bulmalı, sonra çevresindekileri toplamalı,sonra da önüne katıp, arkasına düşmeli, en küçüğünden başlamak üzere her birini uygulama alanına koymalıydı.

Yağmur hızlandı.

Soğuktu.

Daha da soğuyacaktı. Hava sislenecek, kararacak. Cebe sokulmayan eller buyacaktı. Oysa kendinin, ne doğru dürüst elini sokacak cebi, ne de giysinin bir yerlerinde gizleyebileceği deliği vardı.

Yağmur yavaşladı.

Esinti başladı.

Kırmızıya çalan yağmurlu sel suları, yağmurun yavaşlamasına inat hızlandı. Arabalar metrelerce uzağa, kaldırımdan giden şemsiyesiz adamların üzerine pis su sıçrattı, arabalar sel sularına gömülecekmiş gibi oldu.

Işıklar yandı.

Köşede oturan dilenci kadının yüzü parladı. Yaşlı değildi kadın. Döndü ve tanımış gibi olduğu bu kadına yeniden baktı. Ama şimdi yüzünü ince peçeyle kapamıştı kadın. Yüzü yağ çalınmış gibi, yağlı güreş yapan pehlivanların sırtı gibiydi. Tanıyor muydu?


‘Nereden tanıyacağım ki,’ diye geçerdi içinden. Buralarda yapardı satıcılığı. Arabasının duldasına sığındı, bu eylemi onun daha fazla üşümesine sebep oldu. Bir ara, portakal var, elma var... diye bağırası geldi içinden; bağırmadı. Yeniden kadına bakamıyordu. Utanıyordu, mahcupluğu engeldi buna. Genç kadın başka, kendinin bilmediği, bilip de tanımadığı mahalleden gelmişti. Uzak bir mahalle olmalıydı. Bu muhakkaktı. Bir kez daha baktı, ama bu istem dışı bir bakıştı. Utandı; bu bakış sayılmamalıydı, çünkü aradığını bulamamıştı bu bakış sonrasında. Kaçamak bir bakıştı sanki. Sanki hiçbir şey görmemişti baktığı halde. Çok şey görmüştü, ama (aradığını) görmemişti işte. Kafasını (beynini) açtı, kadının resmi önündeydi, ama tam net değildi. İstem dışı bir bakış neticesi ancak böyle olabilirdi.

Çömeldi.

Kafasını (beynini) önüne aldı. Gördüklerini gözleri gerisine getirmeye çalıştı. Oldukça başarılı görüntülerdi beyninin algıladığı, beyin keseciklerine yerleştirdiği buslu görüntüler. İyice (herkesten başka) baktığında, kundağa sarılı nesneye göğsünü emziriyor süsü verdiğinin bebek olmadığının farkına vardı. Genç kadın boşuna göğsünü rezil etmişti ona buna. Adam, şimdi karnının sızlamasını, bağırsaklarının kuruduğunu, birbirine yapışacakmış gibi olduğunu, dahası kalbinin gümbürtüsünü... velhasıl bu görüntü ona açlığını bile unutturmuştu.

Oturur  tabi.

Son bakışında, onu muhakkak tanıdığını, zaten kendinin de böyle düşündüğünün...

Gördükleri sisli.

Gördükleri bozuk.

Bir kez, ama son kez, bakabilir miydi... Hayır. Ama son olacaktı. Hayır, kolay kolay bakamazdı.

Döndü. Oysa gürültüye çevirmişti başını. Başı döner gibi, bedeni titrer gibi oldu. Sanki bir elektrik çarpması neticesinde şoka girmişti.

Kendi kendine söz verdi, içinden bir çok yemin çeşidini sıraladı, çünkü eyleminden vazgeçmeye yönelikti bu düşünceler. Acaba vazgeçerse hangi yemin çeşidini yerine getirmeliydi. Kişinin düşüncesinden vazgeçmesi yemin mi sayılıyordu?

Neden vazgeçmesin ki? Şu yalan dünya kendinden başka daha milyonlarca aç insan barındırıyordu. Tek olup da bir o kadar da aç insan vardı.

`Açgözlü insanları dünyanın...`


Mutluydu.

Kendisinin; ikincisi olan tamah insanların safında olmadığından mutluydu.

Kadının bindiği ya da bindirildiği araba hızla uzaklaştı. Caddenin sonundaki köşede küçüldü sonra araba. Sağa döneceğinin belirtisi olan arka farını yaktı. Kırmızı ışıklı küçük lamba da, ya arabanın uzaklaştığından, ya da sise gömüldüğünden kayboldu.

Bitmedi daha.

Herşey bitti derken birçok şey yeniden başladı.

Gözlerini yumdu, açtı. Uykudan kalkan bir çocuğun yaptığı gibi gözlerini ovdu. Hafızasını zorladı. son üç-beş dakika öncesinin görüntüsü ağır çekimli bir film gibi gerisin geri geldi.

Şimdi kadın köşede oturuyordu.

İyice bakmalıydı.

Görüntüleri ayıklamalı, seçmeliydi. Kucağındaki bebek değil, tıpa tıp bebeğe benzeyen, bebek kopyası bir maketti. Göğsünü açmış maketi emziriyordu.

Yağmur ince ince yağsa da, kadın ıslanmıyordu, rüzgarın estiğinde üşümediği gibi.

Bu yüzü tanımaması imkansızdı.

Acaba o da kendini tanıyor muydu? ‘Hiç sanmıyorum’ diye iç çekti sonra. ‘Kendi aleminden çıkıp beni tanıması imkansız. Çokça arabamın duldasında eğlenmiştim. Hem sesimi çıkarmadım... Buraya geldim...’

‘İyi ki evlenmemişim bu kadınla,’ diye düşündü sonra. ‘Hoş. Verdiler miydi ki? İyi ki vermediler.’
Emzirme süsüyle boşuna göğsünü rezil etmişti.

Sonra genç kadını ellerini getirdi önüne. Ellerini ve parmaklarını. Bir dilenci kadının ellerine benzemiyordu bu eller. Nasırlı olurdu dilenci kadınların elleri. Kertenkele sırtı gibi oludu sonra. Salatalık yavrusu gibi uzun parmakları gördü hayellediği ellerde. "Denizin dibinde geziyor gibi" ydi bu eller ve parmaklar.
Bu imkansızdı.

İmkansız gibi olan oluyordu işte.

Genç kadını arabaya binerken de düşündü: Rüzgarın aniden esmesi neticesinde oldu işte olmaması gereken.

Genç kadın bir anlık dalgınlığının kurbanı oldu.

Bir anlık dalgınlık.

Onu ele verdi, rüzgarın aniden eserek bu gencecik bedende yalancıktan duran çarşafın düşmesi.

O, arabaya eğildi.

Arabanın kapısını açan maganda tipli adamın (ki bu adam çocukluk arkadaşıydı.) kadının eski kocasının katili olduğundan şüphesi yoktu şimdi.

-----------------------------------------------------------------------------------------------------

Kadın da katillerdendi.


3 EKİM 1996
*
*

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder