10 Haziran 2010 Perşembe

KİR *

‘Karanlığı sevmem. Sevmem, çünkü karanlıkta eskileri düşünmem söz konusu. Acılarla dolu yetmiş yıl. Bana her şey uzak kaldı. Kızlarım, oğullarım ve ölen karılarım. Onlar şimdi uzaklarda. Ne arayan var, ne de soran. Yıllarca böyleyim. Doğru bildiklerim, sevdiklerim ve sevenlerim yok artık. Sefil senelerden sonra geldim bu günlere. Sevdiklerim ve sevenlerim… Bundan sonra da ne olur bilmiyorum?’

Işımamıştı.

Yanında biri varmış gibi yaptı. Sağa döndü. Gülümsedi ve sola döndü. Doğal olanı yapıyorum sandı. Hayır, hiç te doğal değildi yaptıkları.

Günün ilk ışıkları, onu kulübesinden göl kenarına indirdi. Dün bulduğu ve sakladığı, içeriğini kestiremediği yumurtalara yöneldi.

Aradı.

Bulamadı.

Şimdi buldu. Yumurtaların yeri karıştırılmış gibi geldi.

`Çok yumurta var burada.`

`İşte bir çukur daha.`

Yumurtalar. Çok yumurtası oldu. Keyfine diyecek yok.

`İki çalının arasına derin bir çukur eşmeli ve yumurtaları saklamalı. Çok daha derin olmalı. Kurt-kuş çıkaramamalı.`

İki çalının arasına, kucaklar dolusu yumurtayı, kışın yemek üzere gömdü.

Ayak yalın yürüdü.

Sanki ayakları kendi başlarına hareket ediyorlarmış gibi geldi de çıplak ayakla dolaşmayı sürdürdü.

İçinden oturmak geldi.

Kum kızgındı.

Çayır nemli ve kaygan.

`Olsun`, dedi sonra, ıslak çayıra oturdu. Çayırın cazibesi uzanmasına sebep oldu.

Sazlıktan gelen kurbağa sesleri ısının arttığına delaletti.

Rüzgar, üzerinden üfledi geçti. İlerideki ağaçlara ulaştığında ıslık çaldı. Barakasının oralarda sesler oluşturdu. Kalkıp ta bakmadı bile. ‘Aman sende’ demekle yetindi. Çiftçilerin yağmur beklediği gibi yaptı. Nedendir sonra, yağmurun yağması neticesinde işinin kesat olacağını düşündü. Başını kaldırdı: ‘Havada bulut yok. Durgun. Sıcak artacak,’ diye söylendi.

Gülümsedi.

‘İşim çok güzel olacak bu gün. Oh ne güzel!’

Geri döndü, baktı, gülümsedi.

Ayırdığı yumurtalardan bir kucağını pişirmek üzere tenekeye bıraktı.

Elini kaldırdı. Güneşe siper ederek, yıllar önce asker ocağında aşırdığı dürbünüyle kent çıkışındaki yola baktı. 

Yoldan yükselen toz bulutu ve içi dolu arabalar.

‘Geliyorlar’

Gülümseyerek çömeldi: ‘Ben acıyı sevmem. Alıştım ama yine de sevmem,’ diye söylendi. Ağzına aldığı erkek dut yaprağının kekremsi tadını hissetti. Oysa dişi dut yaprağını almak daha kolaydı. Neden böyle yaptı, dişi dut yaprağı alsaydı, ayağının altına taş almasına gerek kalmazdı. Belli; meyvesine saygısından. Günde iki kez yediği meyvesine, yazları bulabildiği tek meyve. ‘Dişi dut yaprağını almadım işte. Ben erkeğim. Erkek dut yaprağı kekre de olsa… Gururumu neden satayım.’ diye düşündü.

*

‘Öyle bakma! Kendimi suçlu sanıyorum. Suçlu muyum ben? ‘

Bu sözü kim, niçin söylemişti? Bilmiyordu.

Mızkanmıştı ama uyumuyordu. Kendindeydi.

Yine sesler: ‘Senelerini hapiste geçirdiğini duydum. Hapiste iken kaybettin değerlerini. Kutsal değerlerini.’

Doğrulduğun da komiserle göz göze geldi.

‘Sanki benim düşüncelerimi biliyor, sanki mırıldanmamı duymuş gibi. Nereden çıktı bu adam? Neden geldiğini göremedim? ’

Kanun adamının ağırlığını omuzlarında duydu.

Açıklama yapması gerekiyormuş gibi, kafasında, bir şeyler hazırlıyormuş gibi, dudakları yeni dillenen çocuğun dudakları gibi kıpır kıpır.

Komiser ve dalgın, yüzünde oluşan hayret ifadesi.

“Canım, dedi adam Komisere, suçsuzum dedimse, katil olmadığımı söylemek için söyledim, dedi. Dahasını da demek gerekse; evet hapiste yattım, cezamı çektim. Kanuna saygım var. Suç işlemeden önce bilmiyordum saygıyı muyguyı. Hem suçu işleyince... Hem hapiste, hem de çıkınca saygılı oldum kanuna.”

‘Cezamı çektim. ’

Adam, son cümleyi mırıldandı durdu.

“Uysal bir adamım, diye ekledi sonra. Kimsenin akı ve karası beni ilgilendirmiyor.”

Adamı habire mırıldanmaya sevkeden neydi?

Komiser de böyle düşündü.

Komiserin dalgın yüzünde oluşan yeni çizgiler; hayret ifadesi. Adamın kemiği çıkmış omuzlarına dökülen dağınık saçı. Yüzünde önemli yer tutan kalın telli uzun bıyıkları.

İleride, polisler, işaret ediyor. Genç kalınmış kahvaltı.

Komiser adama bakıyor. Yaşlı adam, son saniyelerim bunlar, diye düşünüyor. Komiserin her zamanki bakışları bunlar. Evinde kullandığı bakışları.

*

Bilmediği bir gücün oltayı çekmesi neticesinde ipi suya bıraktı. Kendini örümcek ağının içinde sandı.

Boğuluyormuş gibi.

Kalın duman tabakası.

Ellerini boynuna götürdü.

Bağlı bir ipi çözüyormuş gibi.

Suratında morarma, içinde daralma, damarlarında ince bir sızıntı, bedeni kavruluyormuş gibi. Ayaklarını kızgın kumdan çekti. Suya, aşık kemiklerine kadar girdi, boylu boyunca yattı. Boğuluyorum, diye bağırdı. Ateşe yatmış gibi. Yanıyorum, diye bağırdı. Kurtarıcı sandığı polisler şimdi birer düşman askeriydi sanki. Kendine bir zarar gelse… Şimdi, kurtarıcının polisler olduğunu bildi. Duygularını bilen komiseri görünce soluk soluğa kaldı. Bekledi. Konuşacaktı. Kelimeleri ağzında düğümlendi. Sözleri kısık, karşısındakilere duyurmak beyhude. Kelimeler ağzında dürüldü ve yuvarlandı.

“Çaldılar,” diye olanca gücüyle bağırdı. Sesi çok ta güzel çıktı. Sanki yeniden hayat bulmuş gibi.

Polisler, içleri ürperek baktı adama.

Komiser yaklaştı.

Çevreye yayılan; adamdan çıkan ama geri dönmeyen ağır bir koku.

‘Kokunun kaynağını keşfetmek gerek,’ diye düşündü Komiser. Daha da yaklaşınca kaynağa gerek kalmadığını anladı.

Ağır koku.

Tekemsi.

Burnunu tuttu.

Kekremsi.

“Neyi çaldılar?” dedi komiser.

“Oltamı,” dedi adam. Acınası gözlerle baktı Komisere. Komiseri, kendinin yerine koydu da baktı. Kazma / kürek işçisi gibi yorgundu.

“Kim?” dedi komiser. Bu defa endişeli bakışları vardı.

“Balıklar,” dedi adam.

Fabrika işçisi kızlar kadar dalgın.

Saygınlığı bozulan polislerin yüzlerini bir gülümsemedir kapladı. Hayret gülümsemesi. Birbirlerine hiç te hoş olmayandı fısıldaştıkları.

Oltasına yaklaşmayı düşünerek kendini suya attı. Derinliklerine doğru ilerleri. Yüzme bilmediğinin kanıtı: Savunma yapan biri gibi suda çırpınması idi.

Komiserine işgüzarlığını bırakmayan genç polis, üniformasına acımadan suya atladı.

*

Ayılınca; “ben sudan korkmadım ki,” dedi.

*

Mezarlık yönüne bakan adam, başlangıçtaki ağaçların üzerinde rüzğarın döndüğünü gördü.

Gözyanılması.

Çok zaman olduğu gibi, güneşin çarptığı adamın düşüncesi yine tersti. Ağaçların sallanmadığını aynı yöne dikkatlice bakınca anladı. Sıcaktan içi burkulan adam, az zaman da olsa sevinmişti. İpil ipil esen rüzgarın kendine geleceğini biliyordu. Parmak aralarına kadar terlemişti. ‘Evet terledim ve inkar da edecek halim yok. Şimdi serinleyeceğim,’ diye düşünüyordu.

Üst tarafları, keçi kemirmiş gibi, alt tarafları yeşil ve iri yapraklarla kaplı, amaçları zirveye ulaşmak olduğu kesin olan, mezarlığın çevresini dolanan uzun kavak ağaçları tepelere inat yükseliyor.

Yüzünden belliydi: Düşündüğünün doğru çıkması adamı umutlandırdı. İçinde adamla dolaşan, iyimserliği fazla olan bir duygu vardı. Dün geceden beri netleşen duygu.

Kaynayan tenekeden yumurtaları çıkardı.

Saydı.

20 kadarını ceplerine tıka basa yerleştirdi.

‘Saygıda bulunan kalmadı. Arkadaş bildiklerim uzaklaştılar, yüzüme bakmaz oldular. Dostlarım uzaklaştılar, dağıldılar, kayboldular.’ İstiyordu ki kendisiyle ilgilenilsin, ya da ilgiye benzer bir şeyler yapılsın. ‘Kuru olmayan bir sözle mutlu edileyim.’

İleride tanıdıklarını sandıkları kahvaltı yapıyorlardı.

Topluluğa doğru ilerledi.

Yavaş.

Sayılabilir adımlar.

İçinde uygun olmayan duygular besliyor/du. Hiç te hoş olmayan duygular. Besliyordu, çünkü aradı(ğı)kları buradaydı.

Cebindeki yumurtaları çıkarıp sofraya bırakmalı mıydı? Yüksek sesle saymalı mıydı? En iyisi içinden saymalıydı ama saydığını belli etmemeliydi. ‘Adam ne eliaçık biriymiş,’ demeliydiler. Hayır saymasına gerek yoktu. Nasıl olsa sayısını kendi biliyordu. Boş bir kap varsa kaba bırakmalıydı. Kap darsa -eğer- daha güzel olurdu. Biri tarafından davet edilse nazlanmalıydı, ‘siz buyurun, ben aynı şeyler olmasa da benzer şeyler yedim,’ demeliydi. Ama hayır, böyle dememeliydi. ‘rahatsız olmayınız, kahvaltım hazırlanıyor, lütfen, rica ederim, rahatsız olmayın’ demeliydi.

Masaya yaklaştı.

Bedeniyle birlikte doğu yönüne döndü. Aralarında ancak bir metre vardı.

‘Seneler öncesinden tanırım onu, diye geçirdi içinden, çocukluğunu bilirim.’ Yavaş çıkan bir sesle söylediklerini yeniden dillendirdi. Masadakiler adama baktılar ama dediklerini anlamadılar. ‘Anlamasınlar. Böylesi daha güzel. Ama anlayan (içlerinden) anladı.’ Öncekilere benzer başka şeyler mırıldandı.

Karışık.

Karmakarışık. Aklında tutabildikleri yamalı bir bez gibi.

Mırıltıları ve dudaklarından dökülenler.

Uzaklardan gelen bir bebek sesi gibi dişleri arasından çıkanlar.

‘Babasıyla az arkadaşlık yapmadık.’ İçindeki ses şimdi daha çok destekliyordu adamı. ‘Evet çok şeyler yaptım babasıyla: Yedim ve içtim. Benden büyüktü. Her şeye o alıştırdı beni. Ben kazandım o yedi. Sora yine ben kazandım, beraber yedik. Sonra da kazanamaz oldum. O kazandı ama benden uzaklaştı. Bakma bana be kadın’ Lanet olası! Benim sen de hakkım var. Oynaştın benimle. Oyaladın beni. Hani benimle evlenecektin. Kandırdın. Sende hakkım var. Almalıyım hakkımı. Vazgeçilmez bir hak. Kolayca isteyebilirim hakkımı. Karımdan ayrılmama sen sebep olmadın mı? Söyle bana, yosma, sen sebep olmadın mı? ’

Dul kadına yeniden baktı.

Mırıltılarını dul kadından başkası anlamamıştı.

Ne bildiler ne de anladılar.

‘Boşa, dedi karını, ben de boşadım. Hani evlenecektin benimle, dedim. Dedim ama o subaya kaçtı.’

Cebini çıkardı. Yumurtaları gelişigüzel bıraktı. Bekledi. Duruşunda, kendini şartlandırdığı davet edilme düşüncesi vardı. Bekledi. Bekledi, ama kimse davet etmedi.

‘Olsun.’

Böyle düşündü ve söylendi. Hafızaya aldığı cümleleri içinden sıraladı: ‘Siz buyurun, diyetteyim, formumu korumam gerek. Yalnızca akşamları yerim ben. O da, ne kadar biliyor musunuz? Yarım ekmek, bir balık ve bir yumurta yeter bana. ’ Önceden hazırladığı bu cümlelerde yanlışlık yaptığını anladı. Şöyle demesi gerekti: ‘İki küçük balık ve iki yumurta yeter bana, ekmeksiz.’

Hayıflandı.

Gözlerini kızarttı. Yüzünü buruşturdu.

Gün öncesinden ayarlayıp, defalarca provasını yaptığı yukarıdaki cümleler deki ‘yalnızca akşamları yerim’i sesli söylemişti. Bakışları sofrada olanların dikkatini çekmemiş, dul kadın çok şey anlamıştı. İşte, yılışması bunun içindi.

Dul olanı adama baktı. Bakışı, şaşkınlık ifadesinden başka bir şey değildi. Ama adam yanlış anladı. Kadın yeniden adama baktı ve gözleri adamdan ilere giden göbeğinde durdu. ‘Belli oluyor.’ Diye yeniden düşündü. Sonra da alaylıca gülerken ağzındaki lokmayı yutmada zorlandı.

Adam, ‘baba bakıyor’ diye sırıttı, ‘onu takip etmeliyim’. Düşündü ve adımlarını gölün kıyısına doğru sürüyen kadının peşine düştü.

“Ne sırıtıyorsun, “ dedi kadın.

Öfkeli.

“Bakmak ayıp mı?” dedi adam.

Sakin.

“Ayıp değil elbet,” dedi kadın… Peşinden ekledi; “öyle bakmak elbette ayıp.”

Tartışma kumların gerisinde, çalıların arasında sürüyordu.

“Ne varmış bakışımda,” dedi adam. “Baban arkadaşımdı. Sen de bilirsin ki, çok peynir ekmek yedik. Arkadaşlığımız uzadı gitti. Ne zamana kadar dersin? Hayır, öyle değil, o mezara gidinceye kadar. Öyle de, doğru söylüyorsun; sen evlenmeye kalkınca sekteye uğradı ama devam etti: Hatırlarsın.”

“Hatırlıyorum,” dedi kadın, şimdi sakinleşmişlik ifadesi taşıyordu yüzünde. “Söylediklerin çarpıtma. Sonra rahmetli babamı tanıman bani taciz etmeni gerektirir mi?”

“Ben mi? Taciz etmiyorum. Böyle taciz olur mu?”

Sakin.

Yumuşak.

“Olur, dedi kadın. Böyle taciz olur, bu bakışları taciz etme sayıyorum ben. Masayı bırakıp beni takip etmem taciz değil mi? Hala sokuluyorsun. Tanımadığın birine sokul, soluk soluğa kal, sonra da suçsuzum de! Kim inanır buna?”

“Tanımadığım biri değilsin, babanla peynir ekmek yerken, sen de bize hizmet ederdin. Gözlerimi her kapadığımda o sarı kız gelir.”

“Ne yani, benimle evlenmeye niyetli misin?”

“İyi bildin.”

“Hayır. Çıldıracakmış gibiyim. Bana kolanya bulun. Peynir ekmek yediğini tekrarlayıp duruyor. Rahmetli vicdanlı adamdı. Acımış olmalı. Aç kalmasın, demiştir. Bak şu haline.”

“Ne varmış halimde?”

“Yırtık ayakkabı, yamalı pantolon, kirinden rengi dönmüş gömlek var.”

“Olsun, dedi adam, halimden memnunum.”

“Giysilerin ve sen. Aylarca su yüzü görmemiş…’

‘Hayır, yeni çıktım sudan. Balık tuttum. ”

“Kokudan duramıyorum.”

“Dedim ya, balık tuttum.”

“Balık tutan kokar mı?”

Kadının gözleri, adamın cebindeki ( suç aleti sandığı) nesnede şekillendi. Adamın ıslak, kırışık giysilerine baktı.

Çevreden toplanan gençlerden biri adamı geriden sardı. Diğeri cebini yokladı, Bıçak sanılan nesneyi çıkardı.

Kokmuş balık.

Kadın kusacakmış gibi yaptı, kusmadı. Bir kız çocuğu kalabalıktan uzaklaştı; kustu.

Kadın, gençler ve çocuklar..

“Amca” dedi bir çocuk, “bu balık benim olsun. Balığı kaptı ve uzaklaştı.”

Adam, suçsuzluğunun kanıtlanması neticesinde sırıttı.

Gençler ilerledi.

Adam kadına daha da yaklaştı. Sürtündü. Elini uzattı: ‘Kardeş barışalım,’ dedi.

“Nereden kardeşin oluyor muşum? Maksadın başka.”

“Ne biliyorsun,” dedi ve yeniden sırıttı.

“Bakışlarından. Gözlerin şehvet kokuyor. Daha fazla taciz edilmek istenmiyorum. Dokunmadığını iddia ediyorsun. Yalnız elle mi olur taciz? Yılların şehveti sinmiş bakışlarına. Dedim ya, gözlerin şehvet kokuyor. (Kadının burada sesini yükseltmesi gerekirdi, bağırması gerekirdi, hatta adama saldırması gerekirdi. Doğal olan buydu. Neden doğal olanı yapmadı? Neden düşünülenin aksini yaptı? Bilinmiyor. Kadının, geri dönen gençler arasında tanıdıkları vardı. Uzakta olan Komiseri de polisleri de. Bağırsa, şikayetçi olsa adam tutuklanırdı. Ama bilinmeyen nedenleri yüklenen kadın sakindi. Bakışlarını indirdi. Olanları ört/bas eder gibiydi. Bunun da ötesinde; olanlardan mutlu gibiydi.) Neden benden uzaklaş mıyorsun? (Kısık bir sesle söylenen bu söz, kadının adama değişen bakışlar yollaması, adamın olanları unutması için yeterdi.) Seni polise şikayet ederim.

“Ne diyeceksin polislere?”

Kadın yeni gelen gençlere gülümseyerek baktı. Ekledi:

“Bana sulanıyor,” derim.

Belli, bir özlem birikiyor dul kadının gözlerinde. Bilinmeyen bir özlem. Karışık bakıyor, karşısındakini sisli görüyor.

Gölgeler uzasa da güneş yakıyor.

Konuşmalara kulak veren yaşlı bir kadın, adama arka çıkar gibi yaptı: ‘Kızım, dedi kadına, bu yaşlı adam sana neden sulansın? (Saygın biri, beni tutuyor, diye düşündü adam.) Tahrik edici özelliklerin tümü toplanıyor sende. Gençlerin, herkesin… İlgisini çekiyorsun. Bırak bunları. Olanları kapatalım gitsin.’

“Bitsin, dedi adam, kapatalım bitsin. Kimse duymasın. Hem başlatan ben olmadım, diye söylendi adam. Polise ne gerek var?”

Kadının gözleri mahmur. Uzayan gölgeye giren Komiser ve adamlarına bakıyor. Yılların yıpratamadığı yüzünde, yitiklerini bulan bir çocuğun sevinci gizli değil artık. Oysa, günün en mutlu saatinde olduğunu, yıllarca beklediği en mutlu anı yakalayacağını umut ediyordu.

“Dulum,” dedi kadın, “ bu bunak biliyor, yararlanmak istiyor. Suratına bakın, güya tıraş olmuş. Böyle tıraş olur mu? Bıyıkları keçe gibi.” Kadın, yaşlı kadına dönerek; “olayı kapatalım bitsin, diyorsun. İkinci gün çok daha fena olaylar çıkarır bu ve buna benzer adamlar. Ne olduğu, kim olduğu belli değil. Gördünüz, babamı tanıdığını öne sürerek nerede ise beni sahiplenecek. Bu gibilere yasak konmalı, bu gibiler girememeli buralara.”

“Kendi şehrimde yasaklı gezemem.” dedi adam. İlerleyen polislere baktı. Ürkek ve şaşkın.

“Seni polislere söylerim,”, dedi dul kadın gözlerini kızartarak.

“Yine tehdit ediyorsun,” dedi yaşlı kadın araya girerek.

‘Tehdit ediyorsun,’ diyen yaşlı kurtarıcısının söylediklerini tekrarladı. (Kurtarıcısı var ya, biraz daha mutlu.)

“Komiseri boğulmaktan kurtardım.” Dedi adam. “Kimse yüzme bilmiyordu. Polisler yüzme bilmiyordu. Suya elbisemle atladım: Komiseri ben kurtardım. Komiser hayatını bana borçlu. Ondan aldığım izinle buradayım.”

“Demek izinlisin,” dedi dul kadın.

Alaycı.

“Evet.”

İlgisiz.

Cebinden çıkardığı izmariti, izin almadan yanındaki gencin ağzından kaptığı sigara ile yaktı.

‘Evet, izinliyim’i’ tekrarladı.

Kayıtsız.

Ayakta duramıyor.

Sarhoş gibi. Korktuğu birini bekliyormuş gibi sağa sola bakıyor. Yine de sözlerini esirgemiyor:

“Nerede, ne yapmışım?” diye konuştu.

“Arkadaşım anlattı, dedi dul kadın, bana yaptığın şeyleri yapmışsın.” Yanındaki gence baktı. Daha söylenecekti, gerisini demedi. Güldü.

“Söyle dedi adam, konuş,” dedi arkasından.

Şaşkındı. Kadın sözünün gerisini getiremiyordu.

Adam sağa sola baktı. Birilerini bekliyormuş gibi yaptı. Gözleriyle uzakları aradı, gözleri daha yakınlarda durdu. Komiser, doğuya dönük oturuyordu.

Dul kadın gülümsedi:

“Bu kadar tedirgin olacağını bilemezdim. Bilebilseydim, söylemezdim. –Kadın taarruzda idi. Gülümsedi. Adama kırk yıllık arkadaşı imiş gibi baktı. – o gün arkadaşıma neler etmişsin neler?”

“Dediğin gibi olmadı.”

“Olmuş. Sürtünmüşsün.”

“O sürtük mü ki sürtüneyim?”

“Kaba birisin. Sen fazlalıksın. O çağdaş biri.”

“Şimdi daha net görebiliyorum o gün olanları, dedi adam. Olanlar sadece bir dalaşmaydı.”

“Çok kaba birisin. Bunları söylemeni gerektiren ne?”

Adam içinden gelerek söylediklerinden mutluydu. Yılıştı, cevap vermedi.

“Uygar insan, ince insan söylediklerini söylemez. Dalaştık, diyorsun. Bu sözcük köpekler için kullanılır.”

Cebindeki yumurtalardan birini öfkelice kadına fırlattı. Önünde yuvarlanan yumurtayı kadının köpeği kovaladı. Tuttu. Üzerine bastı. Kırılmadı. Yeniden yuvarlandı. Yumurta, sazlıklara girmeden köpek yakaladı. Ağzındaki yumurta ile sahibine koştu. Dişlediği yumurtayı bırakınca içinden çıkan, sert ve yapma bebek parçasına benzeyen asfalt renkli varlıktan ürken köpek uzaklaştı. Canlı, sağa sola yürümek istedi.

Adamın içi sarsıntılarla doldu.

Herkes şaşkın.

Adam, gözlerini ayırdı ve ellerini yüzüne götürdü, kapadı.

Utanıyormuş gibi. Gözlerini yeniden kapadı. Kapadı, çünkü yumurtadan çıkan nesneden ürken köpek geri döndü ve kadına sokuldu. Bir çalıya dolaşmış gibi kadının etrafında döndü durdu.

*

Bir şeyler bulabildin mi? Diyor Müdür.

Bir iz bulamadım, diyor Komiser, sonra ekliyor, biliyorum sucu büyük, topluma zararlı biri ama senelerdir uğraşmama rağmen bir kanıt bulamadım.

Dalgaların hışımla döğdüğü burunun esiğinde durdu. Önünde kan izleri ve kaplumbağa kabukları. Eğildi. Kabuklar, taşla değil de keservari bir aletle kırılmış. İleride, üç taşın çevrelediği alanda üzerine su dökülerek söndürülmüş ateşin külleri.
*
*

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder