26 Mart 2009 Perşembe

İNCİR KUŞLARI *

Günler geldi geçti.

Haftalar ve aylar da geçti.

Yağmur yağdı.

Sonra kar yağdı.

Kar, kaldırımlara lapa lapa düştü. Art arda düştü kar, caddelere düştü, geniş bulvarlara düştü, sanki tamamlanmayan boş yerleri doldurmaya çalışır bir hali vardı. Hiç te başarılı olamadı, zalim tekerlekler karış karış olan karı çiğnedi geçti, geride şarıl şarıl akan bir su akıntısı bıraktı.

Sonra karın dinmesini fırsat bilen deli poyraz, dağın eteklerinde peyda oldu. Deli deli esti, tüm esikleri doldurdu. Önce, şehrin sokaklarında göründü. Geniş caddelere yöneldi, bulvarların kenarlarındaki ağaçları secde ettirdi. Mağazaların önlerinde, kadınlar, kaldırmasın diye eteklerini tuttu; başarısız. Erkekler yüzlerini çevirdi. Herkes çevirmedi yüzünü.

Çocuklar metrelerce sürüklendi.

Günler geçti.

Oruç geceleri geldi, sahura kalktık.

Su ısındı.

Toprak ısındı.

Hava da ısınınca, İzzet tamam dedi. Neden dedi ve niçin dedi? (Biliyor musunuz hep sevdim bu adamı? Tabi önceleri daha çok. Neden ve niçinini ben biliyorum.) Artık yakıta ihtiyaç azaldı. Yalnız bu mu?

Son cemre de düştü dedi, Adem hoca.

Sellendiren yağmurlar sonrası, güneş bir güzel parladı. Sonra daha güzel parladı ve ısıttı, akşamları küsen bir çocuk gibi oldu ve yuvasına çekildi.
Sonra da ıslatmayan yağmurlar bile kesildi.

Güneş tüm hışmı ile vurdu.

Toprak kurudu, çatladı.

Yaprak, koca karı eli gibi buruştu.

Yaşlı adam, parkın çimlerini ve çiçeklerini suladı. Bana baktı, bir tuhaf baktı. Başını kaldırdı ve yeniden baktı. Bir tuhaf baktı. Normalin ötesindeki bakışı neticesi deprem oluyor sandım, masa sallandı. Oldu işte, canım yalan söyleyecek halim yok ya. Hem neden yalan söylemeliymişim? Tamam kabulleniyoram, belki de bana öyle geldi.

Adam ağaca baktı sonra.

Köşedeki dut ağaçlardaki son dutları yiyen, henüz olgunlaşmayan ama olgunlaşmaya meyilli incirleri gagalamaktan öte bir şey yapamayan incir kuşlarını gördü.

Karşı masadakiler bana baktılar.

Karşı masadakiler bana niçin baktılar?

Bir birine fısıldaştılar sonra.

Endişelendim.

Kalemi kağıdı bıraktım. Çantamın altına bıraktım onları.

Bir şeylerin olduğu kesindi. Kesindi ama yanılgımın neresindeydim?

Boşbulunmuşluğumun neresinde yakalamışlardı beni?

Belki, düşen kalemi almak için eğildiğimde gözlerim onları üzerine kaymış, gözlerimi de istemeyerek kipilettiysem, bu hareketi ışmar anlamında sanmış olabilirler. Al sana püsküllü bela. İstem dışı bu hareketimden dolayı beni sorgulamamaları gerekir.

Gözlerimi onlardan ayırmalıydım.

Yarı döndüm.

Nafile.

Bana bakıyorlar.

Bir ara baksınlar, bundan ne çıkar, diye de düşündüm.

İçimin ‘çok şey çıkar,’ diyen sesine kulak vermeliydim.

Parkta beni tanıyanlar çoktu elbet. Lekelenmek istemezdim, içimdeki sıkıntının büyümesini istemiyordum.

Kendimi bayat hissettim, onları da taze.

(Burada bir anımı anlatabilirim:
Aslında buna anı da denmez, olağan şeyler, alışkanlık icabı sık sık yapıp, bazen de terk ettiği şeylerdir arkadaş bildiğim yaşlı adamın yaptığı.

Olay şu: Arkadaşım, şehrin bir yerine gitmek istediğinde, dolmuşçuya parayı uzatıyor, ama ne alması gerektiğini hemen söylemiyor. Sorunca, iki hurda parası alacaksın, diyor.

Ne demek istediğini anlayan anlıyor, anlamayan da, ne demek istediğini soruyor. Ne güzel, değil mi?)

Çiçek dalında güzel, derler. Niçin söyledim bu cümleyi? Çocukların çiçekleri koparıyor olmalarının akabinde, istemdışı söylemiş olabilirim.

Hafızamın dediğine göre gelen şu iki kişiden birisinin adı M., öbürüne de hiç yabancı değilim. Sizi gözüm ısırıyor, diyecektim, bana sahip çıkmazlar mı?

Oturdular.

Cin gibiler, diye düşündüm.

Cin gibiler.

Dağın eteklerinde başlayan yağmurun, geliyorum, habercisi rüzgar, üzerimizdeki ağaçtan tomar tomar yaprak gasbetti.

Hava soğudu.

Şimdi, incirleri kemiren ne incir kuşları, ne incirin meyvesi ve ne de incirin rüzgarın hışmına karşı koyabilecek yeşil yaprağı vardı.

Aradıklarımın keşfini yakalayabilmiştim ama buranın dışında yaşamak daha güzel gelecek bana.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder