10 Haziran 2010 Perşembe

KÖLE İLE VEZİR *

SANCI

Gündüzler uzun sürüyor.

Rüzgar, akşamları ılgın ılgın esiyor.

Ana çocuğuna gebe. Of!, diyor. Arkasından ilk çocuğunu taşıdığını düşündüğünde de yorgunluğunu unutuyor. Evleneli yedi yıldır böyle mutluluk görmedi. Yedi yıl umutla bu anı çekti o.

Baba, köşkün mermer basamaklı merdivenlerini bir kedi çevikliğiyle çıkıyor. Sırtındaki üniformalı elbisesini hizmetçi çıkarmak istiyor.

`Hayır`, diyor o.

*

`Yorgunum bey!` diyor anne.

`Neden,` diyor baba.

Anne, karnını gösteriyor ve gülümsüyor, gözgöze geldiklerinde de cılız bir heyecana kapılıyor. Zenginliğin mutluluk vermediğini şimdi daha iyi anlıyor. Şimdiye dek yalnızlık çekti. Başkalarının bakışları altında ezildi. İsmi söylense ‘çocuğun yok, kısırsın,’ diyeceklerini sandı. Çocukları olduklarında, bu düşünceyi aşacak, yalnızlık duymayacak,ebeveyn ölünce mirası sürdürecek biri olacak.

İşte Vezir`in anne ve babası.

*

Çocuk filizlendiğinde okula veriyorlar.

Elif, be, te, se, cim... Emsile ve avamil.

O, idadiyi rüştüne ermeden bitirdiğinde on sekiz yaşının çocuğu ama kanser babasını alıyor.

Arkasından annesi.

Yalnız kalan çocuk. İçki müptelası yapan ve durumundan yararlanan akrabalar. Tek desteği kendinden yaşça büyük olan uşakları, Köle. Akrabaların düzenledikleri sahte ziyafetler.

Eline verilen kalem ve sarhoş adam (acılı).

Senetler.

Gökyüzü cam gibi beyaz ve durgun. Kuşlar sürü sürü çekiliyor şehrin üzerinden.

Güz.

Yapraklar sararıyor. Yollara yapraklarını döken çınar ağaçları. Ma’sere kazanı omzunda dönen bir kadın. Üzüm yüklü eşeğini çeken yaşlı adam. İlerideki zibillikte köküç oynayan çocuklar.

Hava soğuyor. Güneş, yarı söndürülmüş ateş gibi ışıklarını evlerin bahçelerine döküyor.

`Artık her şey biti. Oysa eskilerin güzlerinde bıraktığım anılar ne güzeldi?` Vezir böyle düşünüyor.

Eski anılar onu yok edecek.

Dönüşü olmayan eskilere ulaşacakmış gibi bakıyor.

`Yok, diyor sonra, ulaşmak imkansız.

Ne vefakar bildiğim dostlar, ne de amca kızı Zeynep.

Ben Zeyno derdim ona. Bir ata binmiş gitmiş o. Kır bir atla gelin diye götürmüşler onu. Beni askere yolladılar da götürdüler onu. Canım Kölem. Vermem demiş. Seymenin önünü kesmiş, benim efendimin yavuklusu demiş, sözlüsü demiş, beşik kertmesi demiş. Atın boynuna sarılmış vermem, demiş. Demiş ya, götürmüşler onu. Kalan bahçedeki ayak izleri ve birkaç damla göz yaşı. Bir de Köle’nin yaktığı türkü kaldı:

‘Zeyno, Maraş’lı Zeyno / Bağrı ateşli Zeyno

Yari askere gitmiş / Gözleri yaşlı Zeyno.’

O devirler ki, gelip geçti üstümden. Geçti de derin izlerini bıraktı anılarda. O zamanlar… Kayalardan dökülen sularda çimerdi kuşlar. Kuzu yayılırdı çimlerde. Kurt saldırmazdı. İşte o zamanlar toprağımsı gözleri, buğday teniyle o vardı.

Çetin geçen kışlara inat, uzun süren günlerin sakin gecelerinde müzik müzik yükselen sesi Zeyno’nun. Durgun bakışlarını oluşturan gözleri ahu ahuydu. İpek gibi uzun saçları. Gülümsedi mi, çiçek çiçek açardı yanakları. Avuçlarına almak istesen , avuçlardan kayıp düşerdi yüzü Zeyno’nun. Serin bir mahmurluk dolaşırdı gözlerinde o yaz geceleri.

Ne gökyüzünün maviliği, ne dolunay gecelerinin duruluğu, ne de gelecin beyazlığı kaldı gözlerimde. Aklar anılarda kaldı. Kirli görüyorum dünyayı. Çekilmez benim için zaman. Yitirdim her şeyi. Zaman, gücünü bende denemek istiyor.`

Omuzlarının gerisinden bir tutuyor. Öyle sıkıyor ki, zayıf kemikleri kırılacakmış gibi. Bayılıyor. Köle kaldırıyor onu.

"Kalk, diyor Köle. Kalk, doğrul. Benim gibi dayanıklı ol zamana."

Kendisinde de acı var. Vezirin acısını taşıyor. Kendisi de zamanın belli bir yerinde duruveriyor. Kendisi de yarı uyanık bir hayat sürüyor. Kendisinin de içini kurt kemiriyor. Ama Vezir’ine bunları belli etmiyor. Sonra Vezir’e dönüyor:

"İçini kızıl arı kemiriyor, beynini ağaçkağan kuşu yontuyor," diyor.

Yine de, ikisi de hayatından hoşnut sanki.

"Ah, varlık bizi bırakıp gittin," diyor Vezir.

Köle aniden kalkıyor, yüzünü Vezir’in yüzüne dayıyor. Onun burnundan çıkan sıcak nefesi ciğerlerine çekiyor. Ellerini yüzüne sürüyor. Solgun yüzünde dolaşan elleri, kulaklarını, sonra da saçlarını okşuyor. Görene iki deli var gibi gelecek.

Vezir’de isyanın başlangıcını kovmak zor olmuyor. Söylediğini yeniden düşünüyor: `Ah varlık bizi bırakıp gittin.` İçindeki şeytanın uzaklaşmasını istiyor.

Ayın ışığında, yıldızlar parlak ve gök lekesiz. Gecenin sonunda Ahırdağı’nın sırtına düşen ay, tepelerin gölgesini şehre gönderiyor. İkisi de şehre göz kırpan ayın son ışıklarını seyredebilmenin yüreklerine verdiği buruk sancının ortasında bir unutuşu yaşıyorlar. Uzaklarda bir köpek havlıyor, bir horoz gecenin hitam bulduğunun ihbarını yapıyor. Köpeğin uzun ve acılı havlaması, onların yeni yumulan gözlerinin açılmasına neden oluyor.

Çeşmenin arkasındaki yarım oda kadar tahta kaplı yer sanki bunlar için yapılmış. Hani mezarlığa varmadan, karakolun oradaki çeşme. Yağmur yağdığında geçirse de, kışları soğuk olsa da önemsiz. Önemsiz, her şeye kanat gerdikleri gibi buna da kanaat ediyorlar.

Beklenen oldu. Bir gün Belediyenin zabıtası geldi. Onları çıkaramadı.

`Nasıl çıkmazlarmış,` diye ayağını yere vurdu Reis.

Öfkelice geldi. Ama yumuşadı. Acıdı. İşe aldı sonra. Çöpçü.

Günler, haftalar, aylar ve yıllar geçti. Artık burasının onların evi olduğunu bilmeyen yok gibiydi. Bir kenarda, zamanın hızına ayak uyduramayıp solan, içine aldığı adamların ayaklarını örtemeyen yatak. Bir tarafta da içi dolu ibrik. Ortada, farelerle ortaklaşa yedikleri ekmek.

Velhasıl burası bir kümesi andırıyordu.

Ama Köle ile Vezir’in evi.

-------------

ZEHİR

Günler uzadı.

Sayısız mevsimler gelip geçti.

Kuşlar mavi mavi uçtular.

Güvencesi olmayan aşıkların yaşamları gibiydi.

Acılar dolaştı, bir gölge gibi bırakmadı onları.

Her ikisi de işlenmemiş bir günahı kabullenen birer gladyatördü.

Bir güzdü. Hasat zamanı.

Sağnak sağnak döğdü kaldırımları yağmur, pırıl pırıl yıkadı her yeri.

Akşamla şehre giren karanlık. Serviler, çınarlar, şehrin başlangıcı ve mezarlık. İleride Şeyhadil Çeşmesi. Meşhur, tarihi çeşme. Harıl harıl akıyor. Derim ki, çeşme ismini, mezarlığın başında yatan uludan aldı. Ulu, mezarlığın ilk sakinlerinden miydi? Ulu kişi, nereden geldi, nereye gitti? Ayrı bir konu.

Ahenkli bir ses. Ses, gittikçe yakınlaşıyor. Demir tekerlekli, çanlı araba sesi. Ses, bir ara duruyor. Yeniden başlıyor sonra. Ne güzel bir müzik. Önceki temposunu yitirmiş değil. Bilakis, daha bir yakınlaşmış, daha güzelleşmiştir. Yağan yağmurun düzenli bir şekilde toprağı döverken ki ya da camlara vuran şıvgının çıkardığı doğal ses. Çeşme duvarının arkasına tahtadan uyduruk bir kapı. Dört bir yanı eski tahtalarla çevrili, üzeri teneke ile kaplı odacık. İçeride, karanlığı yutan, fitilini yakan gaz lambası. Lambanın çevresinde, soğuk bir nemliliğe bürünmüş dalgın bakışlı, sanki birer suçlu iki kişi: Köle ile Vezir. Tahta yarıklarından sokaklara sızan ışık.

Kuru, zayıf, çıplak görünümlü, uzun boylu, sarı, kan çanağı iri gözleri dışarı fırlamış, yüzünün iki yanındaki kemik parçaları çıkmış, kelli/felli – ama zayıf - heykelimsi bir bedenin sahibi: Vezir.

Gözlerinde lambanın kayan şavkı var. Alnında soğuk soğuk dökülen terler var. Boyu efendisinden daha kısa. Alnı düşük, saygısından kızaran yüzü. Kara gömleği ve üzerinde ak ak ter lekeleri. Sabırlı, düşünceli, durgun bakışlı bir ilk çağ yontusu; anıt: Köle.

Turp zamanı.

Oydukları turpun içi meze ve oyulan kısım da kadeh. İspirto dolu bir şişe.

Köle, doldurduğu kadehi efendisine sunuyor. Önce takdim. ‘Ta’zime layık efendim, diyor Köle, asılzadem. Göğsünün sol tarafını dolduran iki okka yürekli cömert Vezir’im.’

Vezir, daha fazla sabır edemiyor. Elini uzatıyor.

Köle, ‘hele dur, diyor, daha bitmedi. Şu sırtındaki üniforman varken nice nice devletlere galebe çalarsın. Yedimdeki kadehi bir ateş pare-i zekaya sunduğumu biliyorum. Emrinize deruhteyim.’

Daha, diyecekleri bitmedi. Kendine geldi, belki gereksizliğine inandı ki… demedi. Vezir, Köle’sinin sunduğu ispirto dolu kadehi birkaç yudumda bitirdi. Neticeden mutlu muydu? Mutlu olmadığı, yüzünü ekşitmesinden, pişmanlık ifadesi güderek başını sağa sola sallamasından belliydi.

Kirli mendillerine bıraktıkları mezeden (turpun içinden) karşılıklı aldılar.

Kadehi sunma sırası Vezir’de idi.

Vezir kadehi doldurdu. Elini lambanın üzerine götürdü. Lambanın kör ışığın, kırmızı turp kadehin üzerine düşüyor. Kadehin gölgesi, tahtalardan döşeli tavanda büyüyor.

Vezirin takdimi: Şu anda encam-ı ulviyeden kulağıma nice sesler geliyor. Zati alinize vazifemi yerine getirebildiğimden mutluyum. Biliyorum zatının ecrini ödemek bana borçtur. Hadi al şu kadehi bi nazsız memluğum.

-----------------

ACI

Gün öğle sonrası idi.

Ağaçları sallayan rüzgar.Dallarından boşanan yapraklar, belediye Meydanını duldasında birikiyordu.

Reis, alan temizlenecek, dedi. Bekçi selamını çaktı ve çıktı. İvedice yürüdü. Heykelin orada dudu. Burnunu temizledi. Neden sonra; hastayım, diye düşündü. Hasta mıydı ki? Değildi.

İleride…

Taş Medresenin önünde temizlikçi elbisesine bürünmüş birinin varlığını fark etti. Güneye uzanmış, güneşin son ışıklarından yararlanıyor gibiydi.

‘Bu adam, mesai zamanı neden böyle yapar ki? Neden çalışmaz ki? Bunun hesabını benden sormazlar mı? Düdüğümü öttürmeliyim, diye düşündü önce. Hayır, öttürmemeli. Ürkütmeden yaklaşmalı. Yaptığı hata ilk değil. Sessizce yaklaşmalı, suçüstü yapmalıyım.`

Bu  Vezir’di.

Bekçinin kendine doğru geldiğini görünce durumu anladı. `Neden hep ben? Dedi sonra. Dinlemek yok mu insanoğluna?`

Bekçi asıktı.

Vezir, kötü bir şey yaptığını anlamış gibi önünde dinelen adama baktı. ‘Ne var bunda, dedi sonra, sen bana bakıyorsun, ben de sana.’

Bu söz Vezir’den çıkmıştı ama gayrı ihtiyari.

Vezir’in bilinçsizce sarfettiği sözünü bekçi tekrarladı:

‘Ne var bunda.’

Bekçi, dev gibiydi Vezir’in gözünde. Yaklaştıkça, yerde sürünen adam, başını kulaklarına kadar örtüyor, buruşuk şapkasını düzlüyor, sümük lekesinden parlayan kahverengi ceketinin kollarını kendine siper ediyordu. Yumulan gözlerinde, olayın kötü kahramanı(bekçi) canlanıyordu.

Eğilmeden sümkürdü. Sümükler, sağa sola ve yerdekinin üzerine sıçradı. Bıyıklarında kalan sümüğü kolunun tersiyle sildi. Yerdeki, yırtık ve kirli ceketinin yakasını çekti. ‘Görünmemek gerek. Yüzümü kapatmam gerek. Oldu. Kimse beni görmesin, ben de kimseyi görmeyeyim.’ Yüzünü kapattığı parmaklarını araladı, karşısındakine baktı. Araladığı parmaklarının arasındaki adam daha bir korkunç görünüyordu. Bekçi, ayakta, sessizce dineliyor. ‘ Hayra alamet değil, Reisin çektiği fırçanın hıncını çıkaracağa benziyor.’

Kalktı.

Taş Medresenin duvarı boyunca ivedice yürüdü. Maksadı, kaçmaktı, ama düşman olarak bildiği bekçiyi aldatmak için ‘bir yere gitmiyorum, buradayım,’ süsü vermeliydi. Bekçi, peşinden koştu. Vezir, Taş Medrese’nin bitiminde durdu ve ‘ben yalnız değilim,’ anlamında düşmanına baktı. Ayağı, yatan Köle’sine takıldı. Gürültü ile düştüğü, gazeller sağa sola savruldu. Olay ve Vezir’in tavrı Bekçi`yi gülümsetti. Düşmanının güldüğünü gören adam derin bir nefes aldı. ‘Oh şükür, korkularım yersizmiş.’ Diye düşündü.

‘ Size akıl erdiremiyorum.’ Diye söylendi Bekçi.

Neden sonra; ‘Size acınmaz,’diye eklemesi, Vezir’in toplanan umudunun dağılmasına neden oldu.

Bekçinin ağzında bir kekrelik vardı. Zaman zaman olsa da, çoktandır olmayan bu kekrelik adamı düşündürdü. ‘Acaba yine mi hasta olacağım?’diye söylendi.

Bekçi`nin, ‘yine mi hasta olacağım,’ ı hoşuna giden Vezir, cümleyi tekrarladı durdu.

Bekçi, Vezir’in kulağından tuttu. Vezir, ellerini esirlerin yaptığı gibi yaptı. Kendisine bir işlem yapılmayan Köle de aynısını yaptı, efendisini taklit etti. ‘İkisi de teslim oldu’ diye kekre kekre güldü Bekçi.

Alan temizlenecek, dedi Bekçi.

Bekçi, içe doğru yamılmış teneke arabasını önden sürdü. Arkasında, Vezir`in ve geride Köle`nin arabası. Şimdi üç araba peş peşe ahengi bozulmayan ses çıkarıyordu.

Vezir, mahalle çocuklarının sapını kırdığı süpürgesini Belediye duvarının taşları arasına soktu. Çöpler dağlar gibi. Vezirin güzünde her şey büyüyordu. Duvarın taşları arasına soktuğu süpürge bile çöpler arasında kaybolmuştu. ‘İnsanlar, sevgiyi bilmiyorlar, diye düşündü, nasıl yaşanır sevgisiz? İnsanların pisliği. Bu kadar çöp temizlenir mi? Böyle oluşları nereye dek götürecek onları? Adaletsizler; geleceklerinden umutsuzlar. Umutsuzlar, çünkü geniş yürekli olamıyorlar. ’

Nerede var, nerede yok, burnu dibinde iki çocuk belirdi. sarı olanı Vezir’e çelme taktı ve öteki yiteledi. Yüzü koyun taşlara kapanan adam zor duyulabilen ses çıkardı. Çocuklar gülerek alanın köşesindeki arkadaşlarına doğru kaçıştılar. Köle’si Vezir’in yardımına yetişti. Yüzünden dökülen kanları avuçladı, (sanki su avuçluyordu, ama, neden kanlar oluk oluk akıyor gibi geldi ona.)kirli elbisesiyle yüzünü temizledi. Vezir, afacanlara bakıyor, haykıran bir adamın özelliklerini taşısa da sesi çıkmıyordu. Küçük düşmanlarına bakmaktan başka karşı koyamayacağını anlamanın acısını yaşıyordu.

Köle’si, iki omzundan tuttu ve sırt üstü yatırdı, sonra da tükürerek ve yapraklarla kanları temizledi.

Alanın ortasındaki çocukların kimi gülüşüyor, kimi taş atıyordu.

`Yapmayın çocuklar, yapmayın yavrularım,` diye başladı yakarmalarına Köle. Kirli ve kıllı yüzünü, Vezir’in pembe ve yuvarlak, saydam fakat Köle’nin ki kadar kirli ipek gibi yumuşak derili alnına dayadı.

‘Çekilin. Bırakın artık… yeter.’

Vezir’in gözleri kapalı idi. Sanki, yağmurlu kış gecesinin uzun süren rüyasında gibiydi.

Taşlar geldikçe Köle’nin yakarmaları yumuşak bir tona dönüştü.

‘Taman biz de insanız, yapmayın.’

Vezir gözlerini açtı.

Bilinci yerinde miydi? Olanlardan haberdar mıydı? Bilinmiyor. Bilinen; bu olaydan fazla acı duymadığı idi.

Köle’sine baktı. Gülümsedi ve gözlerini indirdi.

Öne atılan bir çocuk, korkunç bir şey görmüş gibi bağırdı.

Sonra sözlerini: "Herifin ayıp yeri görünüyor vallahi," diye tekrarladı.

İçim sızlıyor,` diye geçirdi içinden Köle. ‘Vezir’in yırtılan pantolonundan ayıp
yerinin görünmesi onun hatası mı? ’

Aklı ermeyen çocuklar hariç, diğer çocuklar bağırıyor ve taş atıyorlardı.

‘Ayıp vallahi,’ diye bağırdı sarı çocuk. Biri, bağıranın ağzını kapadı. Ama bir darbeyle uzaklaşmasını sağladı sarı olanı.

‘Ben utanıyorum, ’dedi bir kız çocuğu.

Şimdi sarı çocuk yerde debeleniyordu. Çünkü, büyük çocuktan yediği tekme sonrası kasıklarında oluşan acının farkında idi. Acı, kesilir diye bekledi ama dayanılmazlık artıyordu.

‘Kalk, dedi öteki, elin garibine çelme takmak, burnunu kanatmak nasılmış, sana gösteririm.’

Yerdeki, kasıklarını tuta tuta kalktı. İki yumruk darbesi sarı çocuğu tekrar yere yatırdı. Daha iri olanı: ‘Ne itler gibi boğuşuyorsunuz’, dedi. ‘Ne itler gibi boğuşuyorsunuz,’derken olgun bir adam tavrı takınmıştı.

Gürültüye, Belediyeden Bekçi, zabıta şefi ve memurlar çıktılar.

Bekçi, çocukları kovaladı ama tutamadı. Büyük olay olmuş süsü vererek düdüğünü uzun ve acı acı öttürmekle yetindi. Sesler kesilince, başarmanın verdiği hazla boynuna bağladığı düdüğünü bıraktı. Gözleri ilerilerde, gülümsedi. Savaş sonrasının matemine bürünen şehirde seslerin gelmesini bekledi. Şehrin üzerinde uçuşan bir bölük güvercin dikkatini çekti. Güvercinler, yüksekte toplandılar, süzüldüler ve Kümbet tarafına indiler.

Reis emretti.

Onları huzura getirdiler.

Karşılıklı bekliyorlar. İki suçlu gibi titriyorlar. Alınlarında biriken terleri siliyorlar.

Olayı zabıta şefinden önce bekçi anlattı.

Her iki suçlu resmi duruştaydılar. Öyle bir duruş ki; kıpırdamamak için kendilerini zorluyorlar.

Reis yerinden doğrulmadan yüzlerindeki hüzün arttı. Reis’in elleri arkada, karşıdakilere anlamlıca bakınca; her ikisi de; ‘işte bana,’ diye düşündü. Reis onları önce bir güzel yumuşatacaktı, sonra işlerine son. Kaç kez nasihat etmişti. ‘Sizler ailedensiniz,’ demişti. Nedendir, Vezir’in gözüne duvardaki tablo ilişti. Bilinen bir tablo. Bildiği, yabancısı olmadığı bir tablo. Yıllar önce köşkte asılı olan tablo. Rahmetli babasının sevdiği tablo. Çerçeveleri, acı tatlı anılarla kaplı. Az su taşıyan nehir, arkada orman ve geride karlarla kaplı dağlar. Nehre gelen geyikler. ‘Nehir neden az su taşıyor? Neden, düz akmıyor da, kıvrıla kıvrıla akıyor?’ Düşündü ki, bütün bunlar ressamın tercihi. Yine düşündü ki; acı tatlı anılardan başka bir şey yoktu nehirde/ tabloda.

Reis, bıyığını burkup, gözlerini ayırınca, ‘yardımımıza kimse koşmaz’, diye düşündüler ve yürekleri acı bir yönelişle sızladı. Yüzlerindeki acıyı okumamak imkansız. Durumları, Reisi önce içinden, sonra da alenen güldürdü. Reisis`n gülümsemesi onlara güç verdi.

Gidebilirsiniz, dedi Reis.

Vezir kapıyı açacaktı ki, Köle’nin gelmediğini görünce durdu. Eli kapının kolunda şekillendi.

‘Ne istiyorsun,’ dedi Reis.

Köle, başı eğik, sessiz bekliyordu. Mahzundu.

‘Biliyorum, dedi Reis. Her zamanki isteğiniz. Aybaşı değil ki, size maaş verilsin.’

Cebinden çıkardığı paraları masaya bıraktı. Köle, paralara hücum etti ama, masa üzerindeki madeni paraları almak kolay olmadı.

Çıktıklarında, Vezir Köle’ye aç kurt gibi saldırdı. Yere düşen Köle: ‘Hiç böyle yapmazdı ama, neden böyle davrandı’, diye mırıldandı.

Vezir, paranın düştüğünü sandığı yere kapandı, gazelleri kucaklamaya başladı. Karıştırıyor, kucakladığı yaprakları savuruyordu. Vakit geçmiş, bulduklarının para mı yoksa kağıt parçası mı olduğu seçilemez olmuştu.

Bu sırada Ulu camiden çıkan Hoca Efendi öğrencilerinin önünde göründü. Köle, Vezir’e ışmarla gösterdi. ‘Bize doğru geliyorlar.’ diye söylendi. ‘ Gelişleri bizedir.’ Dedi sonra. Yılan sokmuş gibi sıçradı. ‘Geliyorlar, geliyorlar.’ Dedi. Korkan birinin ifadeli yüzündekiler Köle’nin yüzündeydi.

Gelenlerin kim olduğunu bildiği halde;

‘Kim geliyor, dedi Vezir.

‘O geliyor, Hoca geliyor,’ dedi.

Bilinçsizce, gelenlere doğru, gözleri kapalı koşmaya başladılar. Gözlerini açtıklarında topluluğun önlerindeydiler. Geri mi dönselerdi, nereye kaçacaklardı? Durdular. Hoca, sarı sarığı, beyaz cüppesi ve ak/uzun sakalı, henüz kışın girmemesine rağmen ayağındaki mestiyle Köle ile Vezir’in gözünde büyüyor büyüyordu. İkisi de köşedeki ağacın kalın gövdesine sırtlarını dayadılar. Hazıroldaydılar. Gözleri, karşısındakilerden ziyade göğe bakıyordu. Korkuyorlardı; içlerindeki saygı korkuya dönüşmüştü. Köle gözlerini yumdu. Hafız Ali Efendi, Köle’nin kirli yüzünde ve çevresindeki seyrek kıllarda elini gezdirdi. ‘Ha, şimdi vuracak,’ diye düşündü Köle. ‘ Ama neden vurmuyor. Hayır, şimdi muhakkak vuracak, peşinden adamları vuracak ve yüzümüze tükürecekler. ’ Köle böyle düşündü ve düşüncesindeki buna benzer sözlerini tekrarladı durdu. Vurma veya tükürme eylemi geciktikçe de; ‘ Bu, muhakkak olacak, bize verilen mühlet zararımızadır.’ Diye düşündü. Yirmi dört saatlik zaman dilimi gözlerinden geçmeye başladı. İspirto almaları, Vezir’le kafayı çekmeleri, Taşmedrese’nin duvarına sızmaları, bekçinin gelmesi… Vesaire. Beyninde yer eden bir husus ta: Bir çocuğun ‘elin garipleri,’ diyerek arka çıkması idi. ‘Acaba neticemiz ne olacak? Bu gün hep kötü fiiller işledik. Boşluk içindeyim. Bu böyle sürecek mi? Hoca ve adamlarına yakalandık. ’

Açlıktan sızlayan midesi idi. Bilmese de midesi idi.

Hoca’nın ‘ çöpler arasında ne arıyordunuz? ’ sözü onları düşüncelerinden ayırdı ve gevşemeleri başladı. Arkasından gülümsemesi, ak sakalını sıvazlaması korkularını azar azar dağılmasına neden olan etkenlerdendi.

`Paramızı yitirmiştik,` dedi Vezir.

Hoca, cebinden çıkardığı paralardan ikisine de verdi. Adamları arasından mırıltılar duyuldu.

Bunlar sokranmalardı. Mırıltılar: ‘Bu sarhoşlara da sadaka verilir miymiş’ şeklinde idi. Hoca sessizdi ve hiçbir söz duymamıştı. Aslında, Hoca her şeyi duymuştu.

--------------------

DÜRTÜ

Hoca ders halkasında. Çevresini talebeleri kuşatmış. Her yaştaki talebesi onu büyük bir saygı ile dinliyor. Bu sırada içeri biri girdi. Saygı ile eğiliyor. Selam veriyor. Yabancı biri. Ama hoca onu tanıyor. Hocanın kulağına eğiliyor. ‘Hayır, ‘ diyor hoca. Tepkisi, gizli konuşmak istemesinde.’Açık konuş,’ diyor hoca.

Adam Köle ile Vezir’i soruyor. ‘Ne gibi

hasletlerle tattılar ölümü bu iki garip.’ Diyor. Yalancı üzüntüsünü ve ayaklarını aksatması Hoca’nın dikkatinden kaçmıyor.

‘Demek garipler, diyor Hoca, neden sağlıklarında sahiplenmediniz? ’ diye düşünüyor sonra.

Uzunca fısıltaşmalar bir kenarda.

Adam gidince, öğrencilerden bir meraklı soruyor.

‘Köle ile Vezir’in hayırsız akrabalarından biri, diye açıklama yapıyor Hoca. Sağ iken vurdular vurdular da şimdi pişmanlık duyuyorlar, ama geç. Onlar sonlarında, tam teslimiyetteydiler. Öyle bir tövbe ettiler ki, şehrin tüm insanlarının tövbelerine eşitti tövbeleri. ’

Hafız Ali Efendi durdu.

Sessizlik uzadı.

‘Hoca bu gün ders işleyemez.’diye düşündü talebeleri.

`Onların tövbeleri, diye ekledi Hafız Ali Efendi. Acı pişmanlık. Yüreklerine işledi... Hani, akşam çıkışı karşılaştığımız gün: O günden sonra yalnız bırakmadım onları. Ölümlerinden 3 ay önce kulübelerine gittim. İlk gidişim değildi bu. Yine ispirto ve yine sarhoştular. Görünce ayağa kalkmak istediler ama ne mümkün? Sırtları duvara dayalı, başları dik ve elleri göbekleri üzerinde kenetli. Oturun dedim. Saygılarının bana olduğunu sanmıyorum. Bu kadar günahtan sonra yüreklerinde kalan inanç... Saygıları; kutsal değerleri yitirmemelerinin gerisinde gizliydi.

`Bir gün sabahtan önce yakaladım onları. Vezir’i hızlıca çektim. Kelli felli adam pamuk çuvalı gibi yanıma yığıldı. Her ikisinde de gurur denen nesne yoktu. Her şeyleri yitirdikleri gibi gururu da yitirmişlerdi. Evet ‘gurur’u da. İşte bu güzel, diye düşündüm.

`Bu anı, hatırlayın’ dedim onlara.

`Yüreğimizde,` dediler.

‘Yüreğimizde’ derken damarlarına kadar saygı doluydular. Masiyetlerinin bilincindeydiler.

İnsanlık gayelerini yitirmediklerini keşfettiğimden olacak defalarca gittim onlara.

`Babanla dosttuk, dedim Vezir`e. O ölümü gülümseme ile karşıladı:

`Kanser ilerlemiş, ciğerlerini parça parça alıyordu. Ölümden korkmuyordu. Biliyordu öleceğini, ki, korkmuyordu işte. Ölümü tanıyordu. Tanıyordu, ki davranışlarında bir serinkanlılık, bir boyun eğiş vardı. Bir ara ölümün bir hiçlik olmadığını söylemek istedim. Ama neden bunu gereksizliğini telakki ettim? Ölürken yanındaydım. Teselli sözü etmeyi düşünsem de vazgeçtim. Elimi aldı ve sıktı. Ağzından çıkan kelimelerinin yerinde anlaşılmaz mırıltılar vardı. Anlamamam mümkün mü? Kelime’i şehadet. Damarları çekildi, derisi sertleşti, alnına hücum eden kan durdu. Son bir gülümseme ve ölüm. Kapalı gözlerini oluşturan ak yüzü kıple yönündeydi.

`Onlara emirleri anlattım.

`Bildiklerini, dost oldukları şeytanın izini takip ettiklerinden unutmuşlardı.

Kendilerinden hoşnut olmadıkları belli. Acı duygular yüreklerinde dolaşıyor. Dolaşıyor ama yine de gülümsemelerine engel olamıyor. İçlerinde, zelzeleden sonra başlayan bir fırtına hüküm sürüyor.

`Vezir, ayağını kırarak üzerine oturuyor:

`Yasaklanan fiilleri işledik hep. Hem de her gün ve günde birkaç defa. Bunda sonra tövbelerimiz kabul edilir mi? Bu gibi hareketlerimden sonra zaman zaman bana kazan kaldıran içimdeki o belirgin dürtü yine kabarıyor. Dürtüden sonra başlayan ses çoğalıyor. Suçluluğumu unutamıyorum ve gözlerim yaşarıyor. Zaman zaman sorarım; nasıl bir suç bu? Suçların en bayağısı ve bağışlanamayanı.`

`Bunları söylerken, çocukluk ve ilk gençlik yıllarında aldığı bilgileri kullanıyor.

`Bakışları, bizim tövbelerimiz bağışlanabilir mi der gibi.

Evet, diyorum ben.

Vezir’in elleri titriyor, Köle’nin alnı ter damlacıkları çıkarıyor. İkisinin de gözleri kapalı. İçlerindeki dürtü; acıyı yavaş yavaş ümide dönüştürüyor.

`Çektikleri acının yüreklerinden silinebilmesi için yanlarında kalmamı ve kendileri ile ilgilenmemi istiyorlar. Acıya dayanamayacaklarını ve hayatlarını bu şekilde sürdüremeyeceklerini biliyorlar.

`Her yeni gelişimde onları bambaşka fiillerle meşgul buluyordum. Ne ispirto, ne kadeh ne de kulübenin tahta duvarlarında bunların kokusu vardı?

`İçlerindeki devrim oluyordu sanki. Bunu duyuyorlardı. Yeniye sarılmaları her şeyin üstüne çıkıyordu. Bana olan saygıları ve güvenleri tamdı. İçlerinde duydukları kıpırdanmadan sonra gelen sesin emirlerini noksansız uygulamak istiyorlardı.

`Geride bıraktıkları, bir mum gibi eriyen uzun yıllar. Geçmek bilmeyen uzun yıllar ne de kısaydı şimdi?

`Köle’nin içinde kimseye görünmeme …… Vezir’de git git artan aynı paraleldeki dürtü.!

-------------------

ÖLÜM

Reis’in bedenine ürkütücü bir titreme yayılıyor.

Başını eğiyor.

Kimin karşısında olduğunun farkında.

Hafız Ali’nin karşısında.

‘Kimin karşısında olduğumu çok iyi biliyorum, diye geçiriyor içinden. Bu gibi ender ölümler… Nasıl oluyor da ikisi aynı günde ölüyor? Olağanüstü. Nasıl oluyor da ikisi aynı izi takip ediyor.’

Sanki Reis’in düşüncelerini biliyor Hoca. Bilmese de yakın şeyler düşünüyor. Sonra omun düşüncelerine müdahale ediyor.

`Bu, alınyazıları, diyor, onları çeviriyor, dönderiyor. Bu şehirde ölmeyeceğiz mi dediler? Öyle oldu. Bildikleri için söylemediler. Olacağı için oldu. İlham edildi de dediler. Gaibi bilmezler. Yalnızca ağızlarından dökülen kelimelerdi bunlar. ‘Bu şehirde ölmeyeceğiz...’ Hayır hayır, demediler bunu. Bilmiyorlardı ki desinler. Ağızlarından çıktı. Böyle istiyorlardı. Sözler, söylettirildi omlara. `

`Bana geldiler, diyor Reis; `biz ölürsek ne yaparsınız?` Dediler. Ben de alaylıca; ‘ne zaman öleceksiniz’ dedim.

`Yakında,` dediler.

`Cenazelerinizi kaldırırız.`

`Ne kadar para ile?`

`Şöyle bir düşündüm; otuz lira dedim. Otuzar lira masraf olur.`

`Çok para,` diye mırıldandı Köle.

Vezir; `bu parayı bize ver,` dedi.

`Neden verecek mişim?`

`Çünkü bu şehirde ölmek istemiyoruz, dedi Köle. `

`Neden miş o?` Dedim.

`Bizi Hocadan ve sizlerden gayrı soran olmadı da.`

`Evet, diye Köle’sini destekledi Vezir. Evet, bu şehirde ölmek istemiyoruz.`

Yine sordum: `Neden? İnsanları lanetli mi?`

`Hayır, değil elbet. Özellikle akrabalarımız.`

(Uzun boyu, çökmüş yanakları ile yalvarırcasına bakan bu adama dayanmak zordu. Bu acılı adamların daha fazla yalvarmalarını istemiyordum. İyi ki böyle yapmışım. Biran öyle oldu ki her şeyi unuttum. Şimdi mazimde ve hal’imde bu iki adam vardı. Dünyada üç kişiydik. Köle, Vezir ve ben. Otuz lira verdim. Verdim ama arkasından; eyvah dedim. Daha bunlar dün maaş almadılar mı? Onikişer lira ve bu para. Ne yapacaklardı bu kadar parayı? Neden verdim. Bilmiyorum. Artık esirdim. Pişmandım. İkinci gün işe gelmediklerini duydum. Endişem arttı. Üçüncü gün ölüm haberleri. Öldükleri yeri ölçtürdüm. M, şehri ile A, şehri arasında. Bakışları öteki şehre idi.`

Güneş buluta giriyor. Gök kararıyor. Alandaki kuşları rüzgar kovalıyor. Yağmur, önce ağaçları, sonra Belediyenin camlarını dövüyor.

`Hayır, diye söze müdahale ediyor Hoca, hayır yüzlerini o şehre vermediler. Gidecekleri yöne idi yüzleri. Gidecekleri yöne bakıyordu gözleri. Onlar öyle bir arzu ile, öyle bir yere gidiyorlardı ki, bunu hiç zaman hiçbir kimse bilmeyecek.`

*

Bir Yörük kadını anlatıyor. `Uyanmıştım. Sabah yakındı. Gökte alaca bulaca bulut vardı ama yine de acıktı. Acı bir seher yeli esiyordu. Geriler karanlık olsa da ufuk aydınlıktı. Karartılar tepede göründü. İlerliyorlar. Ağır. İki adamdılar. Yönleri çadırlara doğru. Biri halsizdi. Henüz aydınlık zuhur etmese de belli oluyordu. İnsanlarımız uyuyordu. Erkeğimi kaldırmak istedim. Ama inlemeler geri baktırdı beni. Biri halsizdi. Kah sendeliyor kah düşüyordu. Ama ilerliyorlardı. Çünkü diğeri arkadaşını taşıyordu. Halsizdi biri. Çadırların başlangıcındaki çeşmeye ulaştılar. Şimdi ayan beyandı gördüklerim. Dedim ya, iki adamdılar, halsizdi biri. İnsanlarımız uyuyordu. Koyunlarımız otlamaya gidiyorlardı. Arındılar. Çeşmeye geldiler.(abdest aldılar.) Sanki halsiz değildiler. Ortalık ışımadan benim yaptığım eylemi yaptılar. Bellerindeki çaputu açtılar. Azıklarını yediler. Ortalık ışıyıncaya kadar taşların arasında uzunca oturdular. Sanki halsiz değildi biri. Ortalık ışıyordu. Kalktılar. Güneşe bakıyorlardı. Koyunlarımızın sulandığı havuzun başındaydılar. Bir gürültü. Koyunlarımız ürktü. Köpeklerimiz havladı ve ben durdurdum. Adamlarımız uyandı. Uzunca olanını diğeri çıkardı. Yatırdı. Yerdeki ses çıkarıyor ama anlaşılmıyordu. Adamlarımız geldiler. Güneş bir metre yükseldi ki, yerdekinin sesi kesildi. Diğeri üzerine abandı. Canım Vezirim dedi, ağladı. Adamlarımız kaldırdılar. Ölmüş dediler.`

*

Hoca düşünceli. Sessiz ve sakin:

`Kişi arkasını döndüğünde insanlar zaman zaman bıyıkaltından gülerler. Kalpleri vardır ama çok şeyi bilmezler. Adalet derler, eşitlik derler, vicdan derler…. Menfaattan başka şey düşünmezler. Bireysel bir düşünceye saplandıklarından başkalarının fikirlerini yanlış telakki ederler. Sevgiyi bilmediklerinden ya da yanlış bildiklerinden insalsal değeri en az taşırlar.

Bir zamanlar bunlara para verince adamlarımın arasından homurtular geldi. ‘ Bunlara da sadaka verilir miymiş? Dediler. Ne demek bu? Duyunca bana bir hal oldu. Sanki terkedilmişliğimi anladım. Dost bildiklerim benden uzaklaştılar dedim. Evet böyle düşündüm. Adamlarım gerçeği bilselerdi, kendilerini bağışlattırmak için bu adamların önünde diz çökerlerdi.

Adamlarıma döndüğümde başları eğikti.

Dedim ki; bu temiz para hiçbir zaman onlara içki parası olmayacak. İki talebemi takibe gönderdim. İkinci gün iki talebem dizlerime kapanıp af dilediler.

Onların adımları Kabe’ye idi, diye söylendi Hoca. Gözleri gidecekleri yere idi. Aylarca gideceklerdi. Bu adımlarla ulaşmanın zorluğunu biliyorlardı. Ama imkansız olmadığını da.

Karıncaya sormuşlar, yolculuğun nereye?

Kabe’ye demiş karınca.

Bu adımlarla ulaşamazsın ki!

Ulaşamazsam da bu yolda ölürüm ya! `

--

*Genç yaşlarımda hikayeyi ruhuma işleyen Mustafa Koyuncu’nun ismini içimde duyarak.

*

Dün (8.12.2009) yine karşılaştım Mustafa Koyuncu ile. İnanması güç ama tam da olayın geçtiği yerde oldu karşılaşmamız.

Beni her görmesinde gençlik yıllarında yazdığım o şiirimi eksiksiz okur.
 
*
*

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder